Tip:
Highlight text to annotate it
X
Hıristiyanlıkta, bütünlüğün tanrısal kusursuzluk olduğunu ve biz fanilerin bu kusursuzluğa vakıf olamadığımızı söyleyen, nefret ettiğim iğrenç bir mecaz vardır:
"Güzel bir resme eğer çok yakından bakarsanız, sadece leke görürsünüz."
"Ama eğer resme uygun mesafeden bakarsanız, bu lekelerin aslında mükemmel ve uyumlu bir bütünsellik oluşturduğunu görürsünüz."
"Kötülük" de bu mecazdaki gibi anlatılır:
"Biz insanlar, bize "Kötü" olarak görünen şeyin aslında Uyumlu Bütünsellik içinde bir yeri olduğunu göremeyiz."
Nasıl ama ! Beğendiniz mi?
Soykırımların, Gulagların, Kongo'nun, Yüce bir Bütünsel Uyum'un parçaları olduğunu söylemek nasıl da keyifli, değil mi?
Bu kesinlikle benim "Bütünlük" dediğim şey değil !
Hegelci anlamda "Bütünlük", mükemmel olmayan arızalı bir Bütünlüktür: İçinde kendi bozunmuşluğunu da barındırır.
Tam da bu nedenle Hegel, Hukuk Felsefesinde "suç" kavramını, "yasallığın" gereği olarak tanımlar:
Suç, Düzen Bütünlüğünün gerekli bir parçasıdır.
Bugüne gelelim:
Çok sevdiğim bir anektod anlatacağım:
1915'de, I. Dünya Savaşı sırasında, Alman karargahı ile Avusturya karargahı arasında şöyle bir telegraf görüşmesi oluyor:
Berlin, Viyana'ya: "Bizim cephede durum ciddi, ancak felaket değil."
Avusturyalılar şöyle yanıt veriyor: "Burada durum felaket, ama ciddi değil."
İşte: Bugün gündelik hayatımızda hepimizin tabi olduğu ideoloji de aynen böyle çalışıyor:
Ekolojinin, toplumsal sorunların, ekonomik krizin vb daha birçok şeyin bizi felakete götürdüğünü, hepimiz biliyoruz. Ama ciddiye almıyoruz.
En korkutucusu da belki genetik alanındaki gelişmler:
İnsanın tanımı bile değişiyor.
İnsan olduğumuza dair en temel deneyimimiz şu değil midir: Düşünen varlık [cogito] olarak ben buradayım, ve dış dünya da ayrı bir gerçeklik olarak, orada.
Eğer "içerisi" ve "dışarısı" arasındaki bu mesafe olmazsa, kişisel kimliğiniz (ve özgürlüğünüz) ortadan kalkar.
Farkında mısınız, bu mesafe ortadan kalkmaya doğru gidiyor:
6 ay kadar önce ABD'deydim, basında sıradan bir haber çıkmıştı:
Beyinden elektrodlarla yakaladıkları bazı işaretlerin, Yukarı, aşağı, ileri, geri gibi basit uzuv hareketlerini ifade ettiğini bulmuşlar.
Boynundan aşağı felçli bir adamla yapılan deneyde, beynin ürettiği bu işaretleri bir bilgisayar yardımı ile robot kolunu hareket ettirmek için kullanıyorlardı.
Adam belli basit hareketleri düşünerek robot kolunu hareket ettirebiliyordu.
Tabii bu tipik Amerikanvari bir gösteriydi: Kız arkadaşı yarı çıplak onu ziyaret ediyor, adam da kolu kaldırıp indiriyor...
Bu tabii ilk bakışta mükemmel bir şey, adeta tanrı gibi, sadece düşünerek nesneleri hareket ettirebilmek...
Zahmete gerek yok, düşünmek yetiyor, düşünüyorsun, oluyor!
Ama yine de bu işte yolunda gitmeyen bir şeyler var... Dinbilimden bir örnek verelim:
Saint Augustine'i (o büyük Hıristiyan dinbilimciyi) sevmem.
Ama Saint Augustine öyle bir noktaya temas ediyor ki bence mükemmel bir tespit:
Saint Augustine'in ereksiyona dair muhteşem bir teorisi vardır:
Cennetten Kovulma öyküsünün bir parçasıdır.
Saint Augustine'e göre cinsellik, Cennetten Kovulma'nın nedeni değil, Cezasıdır.
Adem'in İlk Günahı, Tanrı ile eşit olabileceğini düşünmüş olmasıdır.
--Okuyun bunu, gerçekten muhteşem!-- Başlığı: "De Nuptiis et Concupiscientia"
Saint Augustine'e göre: Tanrı, Adamı küstahlığından dolayı cezalandırmak için ona şöyle demiş:
"Bedenine hakimsin, organlarınla istediğin her şeyi yapabilirsin,"
"Ama bedeninin bir parçası var ki, kontrolünün dışında olacak!"
"Kalk" dediğinde kalkmayacak, en utandığın zaman kalkacak, "in" diyeceksin, inmeyecek...
... ve Saint Augustine -doğru yanlış- öyle örnekler veriyor ki, Hindistan'da iradeleri ile kalplerini bile durdurabilen yoga rahipleri varken,
... yine de o inme-kalkma olayını kontrol edebilen kimse yokmuş!
İşte bu kontrol edilemezlik, tam da Tanrının cezası imiş:
"Sen kendini efendi mi sanıyorsun? Hayır, sen daha kendi evinde bile efendi değilsin!"
Söylemek istediğim, belki de bu, dinbilimden öğreneceğimiz iyi bir derstir:
Evet, belki düşüncelerimizle iş yapabilir hale geleceğiz, ama ne yazık ki, dışarıya doğru çalışan bu mekanizmanın içeri doğru da çalışmayacağı garantisi yok.
Ve ABD'de, Çin'de, İsrail'de konuştuğum karanlık, karamsar kişilerin hepsi de aynı şeyi söylüyorlar:
"Unutun o İran'mış, nükleer silahlarmış, bütün o saçmalıkları..."
"Orduların bugünkü asıl gizli gündemi budur."
Psikolojik Savaş dedikleri, artık öyle propaganda, beyin yıkama falan değil. Onlar eskidendi.
Panik halinde beynin doğal olarak yaydığı elektromanyetik dalgaları inceliyorlar,
... ve bunun ters yönde de çalıştığını saptıyorlar:
yapay olarak bu dalgaları ürettiklerinde ve bunu birilerine yönlendirdiklerinde, o kişide panik yaratabiliyorlar.
Ve bunun deneylerini de yapıyorlar: 100m2'lik bir alanda topladıkları insanlara bu radyasyonu yönlendiriyorlar ve bu kitlede panik yaratıyorlar.
Bütün bunların bizi nereye götürdüğünü kim biliyor ki? Gerçekten yeni bir çağa giriyoruz.
Konuya geri dönersek: "Felaket" derken, illa ki bunun toptan bir yıkım olması gerekmiyor. Çok kökten yeniliklerle karşılaşacağımız bir Dünyaya doğru ilerlediğimizi kastediyorum.
Ama buna rağmen bu durumu ciddiye almıyoruz. Bir çeşit yadsıma halindeyiz. Fransızların dediği gibi: "Je sais bien mais quand meme..." [Çok iyi biliyorum, ama yine de...] --Bilmiyormuş gibi yapıyorum!--
Bu zamane ideolojik tavra dair bir çok alandan örnekler verebiliriz:
1) Kapitalizm: Bugün Kapital'i tekrar okurken en çok odaklanmamız gereken noktanın İŞSİZLİK olduğunu söyleyen bazı Marksist ekonomistler var ki, bence haklılar.
Kapital'de irdelenen bu nokta, günümüzde yeni bir boyut kazanmıştır.
Marx "İşsizlik düzen için gereklidir"; "rezerv iş gücüdür" vb... şeyleri söylüyor,
Ancak bugün bu fenomen daha da derin bir boyut kazanmıştır: ...........