Tip:
Highlight text to annotate it
X
Çeviri: Arda Cetin Gözden geçirme: Ramazan Gurer
Size biraz akıldışı davranıştan bahsedeceğim.
Sizlerin değil elbette. Başka insanların.
(Kahkahalar)
MIT'de bir süre bulunduktan sonra,
akademik makale yazmanın çok da heyecan verici olmadığını farkettim.
Aranızda kimler bu tür yayınları okuyor bilmiyorum.
Ama okuması da yazması da eğlenceli değil.
Özellikle de yazması.
Ben de şansımı daha eğlenceli birşeyler yazmakta denemeye karar verdim.
Ve bir yemek kitabı yazmaya karar verdim.
Yemek kitabımın başlığı da
"Dökmeden Yemek: Lavabonun Üzerinde Yeme Sanatı."
(Kahkahalar)
Hayata mutfak benzetmesi üzerinden yaklaşan bir kitap olacaktı.
Çok heyecanlıydım. Biraz araştırma hakkında
biraz da mutfak hakkında yazacaktım.
Hayatımızın büyük kısmı mutfakta geçiyor, ben de ilginç bir konu olacağını düşündüm.
Birkaç bölüm yazıp
MIT yayınevine götürdüm. Verdikleri cevap:
"Şirin. Ama bize göre değil. Başka birini bul."
Başkalarıyla da görüştüm ama herkes aynı şeyi söylüyordu,
"Şirin. Bize göre değil".
Ta ki birisi şöyle diyene kadar,
"Eğer bu konuda gerçekten ciddiysen,
ilk önce kendi araştırman hakkında yazman gerek. Bir şeyler yayınlamalısın ki
başka şeyler de yazabilme fırsatını ele geçirebilesin.
Eğer gerçekten istiyorsan, bunu yapmak zorundasın."
Ben de dedim ki, "Ben araştırmalarım hakkında yazmak istemiyorum.
Bunu hergün yapıyorum. Ben başka birşeyler yazmak istiyorum.
Daha özgür, daha serbest birşeyler."
Konuştuğum kişi oldukça kararlıydı, dedi ki,
"Bak. Bu işi yapabilmenin tek yolu bu."
Ben de dedim ki, "Tamam, eğer illa yapmam gerekiyorsa."
Ücretli izin hakkım vardı. Dedim ki, "Eğer ki başka yolu yoksa
ben de önce araştırmalarım hakkında yazarım.Sonra da yemek kitabımı."
Dolayısıyla araştırmalarımla ilgili bir kitap yazdım.
Ve oldukça eğlenceli gitti. İki sebepten ötürü.
Birincisi yazmaktan çok keyif alıyordum.
Ama daha da ilginci
Başkalarından öğrenmeye başlamıştım.
Yazmak için harika bir zaman.
Çünkü insanlardan öğrenebileceğiniz çok fazla şey var.
İnsanlar bana kendi tecrübeleri hakkında yazmaya başladılar,
ve kendi örnekleri hakkında, katılmadıkları noktalar,
ve farklılıklar hakkında.
Ve burada olmak bile. Yani son birkaç gündür,
asla aklıma gelmeyecek derecede
takıntılı davranışlar gördüm.
(Kahkahalar)
Ve bence bu harikulade.
Size biraz akıldışı davranıştan bahsedeceğim.
Söze birkaç görsel yanılsama örneği ile başlamak istiyorum.
Akılcı davranışa örnek olması için.
Bu iki masaya dikkat edin.
Bu yanılsamayı önceden görmüşsünüzdür.
Size hangisinin daha uzun olduğunu sorsam, soldaki masanın dikey kenarı mı,
yoksa sağdaki masanın yatay kenarı mı?
Hangisi daha uzun görünüyor?
Soldakinin daha uzun olduğu dışında bir şey görebilen var mı?
Yok, değil mi? Mümkün değil.
Fakat görsel yanılsamaların güzel tarafı yanlışları hemen gösterebiliyor olmamız.
Üzerlerine bazı çizgiler koyabilirim. Bir şey değişmiyor.
Çizgileri hareket ettirebilirim.
Çizgileri kısaltmadığıma inanacağınıza güvenerek,
ki kısaltmadım, gözlerinizin sizi yanılttığını kanıtlayabilirim.
Şimdi, bunun ilginç tarafı,
çizgileri kaldırdığımda,
az önce öğrendiklerinizin hiçbir anlamı kalmıyor.
(Kahkahalar)
Buna baktıp da, "Tamam şimdi gerçeği görüyorum" diyemezsiniz.
Değil mi? Bunun daha uzun olduğu hissinin
üstesinden gelmek mümkün değil.
Sezgilerimiz bizi tekrar tekrar, öngörülebilir ve tutarlı bir şekilde yanıltıyor.
Ve bu konuda yapabileceğimiz neredeyse hiçbir şey yok.
Bir cetvel alıp ölçmeye başlamaktan başka.
İşte bir başka örnek. Bu benim en sevdiğim yanılsamalardan.
Üstteki okun işaret ettiği rengi ne olarak görüyorsunuz?
Kahverengi. Teşekkür ederim.
Aşağıdaki? Sarı.
Aslında her ikise de aynı.
Aynı olduklarını görebilen var mı?
Çok çok zor.
Küpün üst tarafını kapatıp
sonra da geri kalanını da kapatınca aynı olduklarını görebiliyorsunuz.
Bana inanmıyorsanız slaytları sonra alıp
biraz uğraşıp aynı olduklarını görebilirsiniz.
Ama yine aynı hikaye.
Arka planı kaldırdığımızda,
yanılsama geri geliyor. Evet.
Bu yanılsamadan kurtulabilmemizin yolu yok.
Bir ihtimal eğer renk körüyseniz bunu göremeyebilirsiniz.
Yanılsamayı mecazi anlamda düşünmenizi istiyorum.
Görmek en iyi yaptığımız şeylerden bir tanesi.
Beynimizin büyük bir kısmı görme işlevine ayrılmış.
Diğer bütün işlevlerden daha büyük bir alan.
Gün boyunca görmek kadar yoğun şekilde yaptığımız birşey daha yok.
Ve evrim tarafından görmek için tasarlamışız.
Ve görme konusunda böyle öngörülebilir ve tekrarlanan hatalar yapabiliyorsak,
bu kadar iyi olduğumuz halde,
çok da iyi olmadığımız konularda
hata yapma ihtimalimizi düşünün.
Mesela, finansal konularda.
(Kahkahalar)
Evrimleşmemiz için bir gerekçe olmayan konularda.
Beynimizde özel bir alanı kapsamayan
ve gün boyunca uzun saatler boyunca yapmadığımız konularda.
Bu tür durumlarda
çok daha fazla hata yapabileceğimizi düşünebiliriz.
Ve işin kötüsü, hatalarımızı anlamamızın kolay yolu da yok.
Çünkü görsel yanılsamalardaki hataları kolaylıkla oraya çıkarabiliriz.
Ama algısal yanılsamalarda insanlara hatalarını göstermek
çok ama çok daha zor.
Size bazı algısal yanılsamalar göstermek istiyorum,
ya da aynı şekilde verdiğimiz kararlardaki yanılsamaları.
Bu benim sosyal bilimlerdeki en sevdiğim grafiklerden bir tanesi.
Johnson ve Goldstein'in bir makalesinden alınma.
Organlarını bağışlayabileceğini
belirten insanların
yüzdesel dağılımını gösteriyor.
Ve bunlar Avrupa'daki farklı ülkeler.
Ve açıkça iki tip ülke görüyorsunuz.
Sağdaki ülkeler çok bağışlıyor gibi görünüyor.
Soldaki ülkeler ise daha az bağışlıyor,
ya da çok daha az.
Soru şu, neden? Neden bazı ülkeler çok bağışlarken
bazıları az bağışlıyor?
İnsanlara bu soruyu sorduğunuzda,
genellikle kültürle ilgili bir açıklaması olduğunu düşünürler.
Değil mi? İnsanları ne kadar önemsiyorsunuz?
Organlarınızı bir başkasına bağışlamak
muhtemelen toplumu ne kadar önemsediğinizle, aranızdaki bağın kuvveti ile ilgilidir.
Ya da belki de dinle ilgilidir.
Fakat bu grafiğe dikkat ederseniz
oldukça benzer olduğunu düşündüğümüz ülkelerin
çok farklı davranışlar sergilediğini görebilirsiniz.
Mesela, İsveç en sağda.
Kültürel olarak yakın diyebileceğimiz Danimarka ise
en solda.
Almanya solda. Avusturya ise sağda.
Hollanda solda. Belçika ise sağda.
Ve son olarak, Avrupa'daki benzerlikleri
nasıl yorumladığınıza bağlı olarak
İngiltere ve Fransa'yı kültürel olarak benzer ya da farklı bulabilirsiniz.
Ama öyle görünüyor ki, organ bağışı açısından oldukça farklılar.
Bu arada, Hollanda'daki durum enteresan.
Gördüğünüz gibi Hollanda küçük grubun en büyüğü.
Ülkedeki bütün evlere
organ bağışı programına katılmaları için yalvaran mektuplar gönderdikten sonra
yüzde 28'e ulaşmayı başarmışlar.
Hani yalvarmakla olmaz derler ya,
yüzde 28 organ bağışından bahsediyoruz.
(Kahkahalar)
Fakat sağdaki ülkeler her ne yapıyorlarsa
yalvarmaktan daha iyi bir iş çıkardıkları kesin.
Peki ne yapıyorlar?
Görünüşe göre işin sırrı motorlu taşıt bürosundaki bir formda.
Olay şöyle gerçekleşiyor.
Soldaki ülkelerin motorlu taşıt bürolarındaki formlarda
şöyle bir seçenek var.
Eğer organ bağışı kampanyasına katılmak istiyorsanız
aşağıdaki kutuyu işaretleyin.
Ve ne oluyor?
İnsanlar işaretlemiyor. Ve katılmıyorlar.
Sağdaki, daha çok bağışlayan ülkelerdeki form ise
birazcık farklı.
Bu formlarda, eğer katılmak istemiyorsanız işaretleyiniz diyor.
İlginç şekilde, insanlar bu formu doldururken
yine işaretmeliyorlar. Ama bu sefer katılmış oluyorlar.
(Kahkahalar)
Şimdi bunun ne anlama geldiği bir düşünün.
Sabah yataktan kalkıyor ve kararlar verdiğimizi sanıyoruz.
Sabah uyanıyor ve gardrobu açıyoruz.
Ve ne giyeceğimize karar verdiğimizi sanıyoruz.
Sonra buzdolabını açıyoruz. Ve ne yiyeceğimize karar verdiğimizi sanıyoruz.
Bütün bunlar şu anlama geliyor:
bu kararların çoğunda ipler aslında bizim elimizde değil.
İpler aslında o formları tasarlayan insanların elinde.
Motorlu taşıt bürosuna gittiğinizde
sizin vereceğiniz karar üzerinde, o formu tasarlayan kişinin
çok büyük bir etkisi olacak.
Şimdi, bu sonuçları önceden sezmek çok zor. Kendinizi bir düşünün.
Aranızdan kaç kişi
yarın ehliyetini yenilmek için
motorlu taşıt bürosuna gittiğinde
bu formlarların
davranışlarını etkileyeceğine inanabilir?
Bizleri etkileyeceğine inanmak çok ama çok zor.
"Ah şu komik Avrupa'lılar. Elbette onları etkileyecektir." diyebiliriz..
Ama bize geldiğinde
iplerin bizim elimizde olduğuna inanırız,
kontrolün bizde olduğunu
ve kararları bizim verdiğimizi hissederiz.
Aslında kararı bizim vermediğimizi,
ve bir karar vermiş yanılsamasına sürüklendiğimizi
kabullenmek o kadar zor ki.
Bu noktada diyebilirsiniz ki,
"Çok da önemsediğimiz kararlar değil bunlar."
Oysa ki, tanım gereği, bu kararlar
bizler öldükten sonra bize olacaklarla ilgili.
Biz öldükten sonra olacak şeyler hakkında
neden endişelenelim ki?
Akılcılığa inanan herhangi bir ekonomist size diyecektir ki,
"Biliyor musunuz? Bir kalemi kaldırıp
kutuyu işaretlemenin bedeli
kararın olası kazancından daha yüksek."
Bu yüzden bu sonuca görüyoruz.
Fakat, işin aslı, kolay olduğu için değil.
Önemsiz olduğu için değil. Umursamadığımız için değil.
Tam tersi. Önemsediğimiz için.
Zor ve karmaşık bir durum.
O kadar karmaşık ki ne yapacağımızı bilmiyoruz.
Ve ne yapacağımızı bilmediğimiz için de
bizim için seçilen neyse onu kabul ediyoruz.
Size bir örnek vereyim.
Redelmeier ve Schaefer'in bir makalesinden alıntı.
Diyorlar ki, "Bu yanılsamalardan uzmanlar da,
iyi maaş alan, kendi kararlarında uzman insanlar da
nasibini bolca alıyor".
Çalışmaları bir doktor grubunu kapsıyor.
Doktorlara bir hastanın vaka analizini gösteriyorlar.
Hastanın durumu şu. 67 yaşında yaşlı bir çiftçi.
Uzun zamandır sağ kalça eklemindeki bir ağrıdan şikayetçi.
Ve doktorlara diyorlar ki;
"Birkaç hafta önce hiçbir yöntemin
bu hastada işe yaramadığına karar verdiniz.
Bütün ilaçları denediniz. Hiçbiri işe yaramadı.
Ve hastayı kalça nakli ameliyatına yönlendirdiniz.
Kalça nakli. Tamam mı?"
Hasta kalça nakli için hazırlıklarına başladı.
Sonra doktorların yarısına diyolar ki;
"Dün hastanın durumunu tekrar incelediniz,
ve denemeyi unuttuğunuz bir ilaç olduğunu farkettiniz.
İbuprofeni denemediniz.
Ne yapardınız? Hastayı tekrar çağırıp ibuprofeni dener miydiniz?
Yoksa kalça nakli ameliyatına girmelerine razı mı olurdunuz?"
İşin güzel tarafı, bu çalışmadaki doktorların çoğu
hastayı geri çekip ibuprofeni denemeye karar veriyor.
Doktorlar açısından doğru bir karar.
Doktorların diğer yarısına ise soruyu şu şekilde soruyorlar;
"Dün hastanın durumunu tekrar incelediniz,
ve denemeyi unuttuğunuz iki ilaç olduğunu farkettiniz,
ibuprofen ve piroxicam."
Ve diyorlar ki, "Denemediğiniz iki ilaç var. Ne yapardınız?
Ameliyata gönderir miydiniz? Yoksa geri mi çağırıdınız?
Ve eğer geri çağırırsanız, ibuprofeni mi yoksa piroxicamı mı denerdiniz? Hangisini?"
Şimdi düşünün.Bu karar
hastayı kalça nakline gönderme konusunda bir karmaşa yaratmıyor.
Ama hastayı geri çağırmak, birden daha karmaşık bir hal alıyor.
Karar verilecek bir şey daha var.
Bu durumda ne oluyor?
Doktorların çoğu hastanın kalça nakline
gitmesine razı oluyor.
Umarım bunlar sizi endişelendiriyordur bu arada
(Kahkahalar)
doktorunuzu bir sonraki görüşünüzde olacaklarla ilgili olarak.
Olay şu ki, hiçbir doktor asla
piroxicam, ibuprofen ve kalça nakli tercihleri arasından
kalça nakline gitmeyi seçmez.
Ama bunu bir ihmal olarak gösterdiğinizde
insanların vereceği karar üzerinde büyük bir etkisi oluyor.
Akıldışı kararlara birkaç örnek daha vereceğim.
Size bir tercih sunuğumu farzedin.
Bir haftasonu için Roma'ya mı gitmek isterdiniz?
Bütün masraflar ödenmiş,
otel, ulaşım, yemek, kahvaltı,
Basit bir kahvaltı, ve diğer herşey.
Yoksa Paris'te bir haftasonunu mu tercih ederdiniz?
Şimdi, Paris veya Roma'da bir haftasonu geçirmek farklı şeyler.
Farklı yemekler, farklı kültürler, farklı sanat eserleri.
Şimdi de işin içine kimsenin istemeyeceği
bir seçenek dahil ettiğimi farzedin.
Mesela diyorum ki, "Roma'da bir haftasonu mu,
Paris'te bir haftasonu mu, yoksa arabanızın çalınması mı?"
(Kahkahalar)
Komik bir düşünce. Neden arabanızın çalınması
bu seçenekler arasındaki kararınızı etkilesin ki?
(Kahkahalar)
Fakat arabanızın çalınması seçeneğini
farklı bir seçenekle değiştirsek.
Mesela bütün masrafların ödendiği bir Roma seyahati,
ulaşım, kahvaltı dahil,
ama sabah içeceğiniz kahveyi kapsamıyor.
Eğer kahve isterseniz ödemeniz gerekecek. Fiyatı da iki buçuk avro.
Bu durumda bir şekilde,
elinizde Roma'yı kahve ile seçebilme fırsatı varken
neden kahvesiz Roma'yı seçesiniz ki?
Arabanızın çalınması gibi. Değersiz bir seçenek.
Fakat tahmin edin ne oldu. Kahvesiz Roma seçeneğini eklediğiniz anda
kahveli Roma daha popüler hale geldi. İnsanlar da bu seçeneğe yöneldiler.
Roma'yı kahvesiz de seçebilme durumunda olmanız
kahveli Roma seçeneğini üstün bir duruma soktu.
Sadece kahvesiz Roma'ya karşı değil, Paris'e karşı da.
(Kahkahalar)
İşte size bu prensibe dair iki örnek.
İki yıl önce Ekonomist dergisinde çıkan bir reklamdan alıntı.
Bize üç seçenek veriyorlar.
59 dolara internet üyeliği.
125 dolara baskı üyeliği.
Ya da 125 dolara ikisi birden.
(Kahkahalar)
Bunu gördüğümde Ekonomist'e telefon açtım.
Ve kafalarından geçeni anlamaya çalıştım.
Beni sürekli birinden diğerine aktarıp durdular.
En sonunda internet sitesinden sorumlu kişiye ulaştım.
Aradım, onlarda bana durumu inceleyeceklerini söylediler.
Sonrasında tek bildiğim reklam kaldırıldığı. Hem de hiçbir açıklama olmadan.
Ben de Ekonomist'in benimle yapmasını
isteyeceğim bir deney yapmaya karar verdim.
Bunu alıp 100 MIT öğrencisine verdim.
Dedim ki, "Hangisini seçerdiniz?"
Bunlar pazar payı. Çoğu insan ikili seçeneği istedi.
Ne mutlu ki kimse egemen olan seçeneği istemedi.
Bu da öğrencilerimizin okuyabildiği anlamına geliyor.
(Kahkahalar)
Fakat, eğer kimsenin istemediği bir seçenek varsa
onu çıkartabilirsiniz. Değil mi?
Ortadaki seçeneği çıkartarak
bunu tekrar bastırdım.
Testi bir diğer 100 öğrenciye verdim. İşte sonuç.
En popüler seçenek şimdi en az popüler olan oldu.
En az popüler olan ise en popüler.
Burada olan şu, ortadaki amaçsız seçenek
kimse onu istemediği için amaçsızdı.
Fakat insanlara ne istediklerini bulmalarına yardım etmesi açısından
amaçsız değildi.
Aslında, sadece baskıyı 125'e alabildiğiniz
ortadaki seçeneğe kıyasla
125'e baskı artı internet üyeliği iyi bir pazarlık gibi görünüyor.
Ve sonuç olarak da, insanlar seçiyor.
Buradaki ana fikir şu,
önceliklerimizin çok da iyi farkında değiliz.
Ve önceliklerimizi iyi bilmediğimiz için de
dışardan gelebilecek hertürlü etkiye açığız.
Bize sunulan esas ve yan seçenekler. Ve benzerleri.
Bir diğer örnek.
Konu fiziksel çekim olduğunda insanlar zanneder ki
birini görür görmez onu beğenip beğenmediğimizi anlarız.
Etkilenip etkilenmediğimizi.
Bu dört dakikalık randevuların çıkış noktası da budur.
Bu konuda insanlar üzerinde bir deney yapmaya karar verdim.
Size insan çizimleri göstereceğim -- gerçek insanlar değil.
Deney insanlar üzerine.
Br grup insana Tom'un ve Jerry'nin resimlerini gösterdim.
Ve sordum "Hangisiyle çıkmak isterdiniz? Tom'la mı, Jerry'le mi?"
Fakat insanların yarısına Jerry'nin çirkin bir versiyonunu da gösterdim.
Photoshop'u açtım ve Jerry biraz daha az çekici hale getirdim.
(Kahkahalar)
Diğer gruba ise Tom'un çirkin versiyonunu gösterdim.
Ve şunu öğrenmeye çalıştım, çirkin Jerry ve Tom'un
daha çekici kardeşlerine yardımı dokunacak mı?
Cevap kesin bir şekilde evet oldu.
Çirkin Jerry varken Jerry popüler oldu.
Çirkin Tom varken Tom popüler oldu.
(Kahkahalar)
Buradan hayata dair
iki sonuç çıkarabiliriz.
Eğer biriyle tanışma umuduyla bir bara gidecekseniz yanınıza kimi alacaksınız?
(Kahkahalar)
Sizin biraz daha çirkin bir versiyonunuza ihtiyacınız var.
(Kahkahalar)
Benzer. Benzer... ama azıcık daha çirkin.
(Kahkahalar)
İkinci nokta da, tabi ki,
eğer birisi sizi davet ediyorsa, sizin hakkında ne düşündüğünü bilebilirsiniz.
(Kahkahalar)
Şimdi anlıyorsunuz.
Buradan çıkarılacak ana fikir nedir?
Şöyle ki, ekonomide
insan doğasına dair beğeniyle bezenmiş bir bakış açısı vardır.
"İnsan ne üstün bir yaratıktır! Ne yüce emelleri vardır!"
Kendimiz için de, başkaları için de bu şekilde düşünürüz.
Davranışçı ekonomi ise
insanlara bu kadar yüce gönüllü yaklaşmaz.
Aslında tıbbi anlamda, bu bizim bakış açımız.
(Kahkahalar)
Ama işin bir de iyi tarafı var.
İyi tarafı, bana göre, aynı zamanda
davranışçı ekonominin ilginç ve heyecan verici olmasının da nedeni.
Süpermen miyiz? Yoksa Homer Simpson mu?
Fiziksel dünyayı inşa etme konusunda
kendi sınırlarımızı anlayabiliyoruz.
Merdivenler yapıyoruz. Ve kimsenin kullanmayı beceremediği
bu şeyleri yapıyoruz.
(Kahkahalar)
Sınırlarımızın farkındayız.
Ve üzerine inşa ediyoruz.
Ama iş bir şekilde zihinsel dünyaya gelince,
sağlık ve emeklilik sigortaları, borsa gibi şeyler tasarlayıp,
bir şekilde sınırlarımız olduğu gerçeğini unutuyoruz.
Bence eğer fiziksel sınırlarımız olduğunu anladığımız şekilde,
algılsal sınırlarımız olduğunu da kavrayabilirsek,
her ne kadar gözümüze aynı şekilde görünmeseler de,
daha iyi bir dünya tasarlayabiliriz.
Ve, bana kalırsa, işin umut verici tarafı da bu.
Çok teşekkür ederim.
(Alkışlar)