Tip:
Highlight text to annotate it
X
Kahire'de bir müezzin, okuduğu ezanla müslümanları ibadete davet ediyor.
Aynı çağrı, dünyanın her yerinde her gün...
günde beş kez tekrarlanıyor.
Dünyadaki insanların dörtte biri bu çağrıya cevap veriyor,
"Allah en büyüktür" diyor müezzin.
"Allahtan başka ilah yoktur"
"Hz. Muhammed Allah'ın elçisidir."
"Haydi namaza, haydi kurtuluşa"
"Allah en büyüktür"
"Allah'tan başka ilah yoktur"
Yüzyıllar boyunca İslam uygarlığı,
insanlığın en muhteşem uygarlıklarından biri olmuştur.
Bu muhteşem güç, "iman"a dayanır.
Önceleri 3 kıtada vücut bulan bu büyük din
gün geçtikçe bir "imparatorluğa" dönüşmüştür.
Batı uygarlığı için İslam, uzun yıllar bir muamma
olarak kalmış ve yanlış anlaşılmıştır.
Belki de batı için İslam, Derinlerde bir yerde hâlâ
mistiki ve şaşırtıcı bir din olarak görülüyor.
Avrupa daha karanlık çağı yaşarken büyük eserler vermiş,
İslam alimleri vardı.
Müslümanlar, kendi rönesanslarını Leonardo da Vinci'nin,
doğumundan 600 yıl önce başlattılar.
Hastalıkların tedavi yöntemlerinden tutun da...
rakamların gizli dünyasını keşfe kadar bu gün yaşadığımız...
dünyadaki kültürün temeli, İslam Uygarlığı tarafından şekillendirildi.
Ama bütün bunlar çok farklı ve çok zeki biri tarafından başlatıldı,
ve O'nun insanlara ilettiği mesajlar yer yüzünü sonsuza dek değiştirdi.
Bu kişi Hz. Muhammed (S.A.V.).
Altyazılar: ozkaplans@hotmail.com
Müslümanlar için Hz. Muhammed'in yaşamı çoğu yönüyle biliniyor.
Yaşadığı şeyler kesin ve açık,
Müslümanlar bu yaşamı diğerlerinden ayıran ilahi sırlara inanmaktadırlar.
Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen,
çok farklı bir kişi olan Hz. Muhammed'in o dönemde nasılsa
şimdi de aynı şekilde algılanıyor olması şaşırtıcı.
Değerleri yüzyıllar boyunca korumak büyük başarı,
özellikle insan ırkından gelip
peygamberlikle müjdelenen biri için...
Hz. Muhammed'in yaklaşık 570 yılında, güneşin kavurduğu
Arap yarım adasında doğduğunu biliyoruz.
Bu topraklar Bedevi kabilelerinin cirit attığı
dünyanın en sıcak ve en hareketli bölgelerinden biri.
Hz. Muhammed ailesiyle birlikte,
bu büyük çöllerde ilk yaşam deneyimini edinir.
Hz. Muhammed Mekkeliydi,
Fakat Bedevi hayatını da iyi biliyordu.
Mekke'de yerleşik düzende yaşayanların dışında,
çevrede gezgin olarak yaşayan Bedevi kabileleri de vardı.
Bedeviler yerleşik kültüre sahip olmasalar da
hayvan yetiştiriciliği ve genel ticaret konularında
oldukça gelişmişlerdi.
Hz. Muhammed daha 6 yaşındayken, babası ve annesini kaybeder.
Daha sonra kabilenin şefi olan amcasının koruması altına girer.
Grubun dışında olmak O'na farklı bir bakış açısı kazandırır.
O günlerde kabile yaşamı
kendi içinde bir tür
kapalı toplum gibidir.
Tıpkı modern toplumlarda olduğu gibi
kabilelerin de kendilerine özgü...
kuralları, bağlılıkları, gelenekleri ve kültürleri vardı...
Hz. Muhammed daha çocuk yaşta bu kültürü aldı.
Ve kabile içindeki sadakat ve bağlılıktan oldukça etkilendi.
Hz. Muhammed bir açıdan anne ve babasız büyümüştü.
Ama diğer açıdan bakıldığında.
Yaşamı kolaylaştırmasını sağlayacak.
bir çok babaya ve bir çok anneye sahipti.
Hz. Muhammed'in kabilesi de Arap yarım adasındaki tüm kabileler gibi,
kuşaktak kuşağa anlatılan öyküleri paylaşıyordu.
İslam öncesi Arap uygarlığı
var olduğundan bu yana
şaşırtıcı biçimde öykü anlatıcılarına,
ve ozanlara büyük bir saygı göstermiştir.
Çok önemli insanlar aynı zamanda ozanlardı.
Bunlar geleneksel ve insanlara ilginç gelen öyküler anlatırlardı.
Bedeviler için söz, mistik bir öneme sahiptir.
Şiirler atalarını yad etmenin ve yeni kuşaklara anlatmanın en etkili yoludur.
Hikaye anlatıcılar ve şairler,
zafer kutlamalarında ve mağlubiyet matemlerinde baş rolü oynarlar.
Onların anlattığı öyküler Homeros'un destanları gibi,
hem yiğtlik hikayelerini
hem de en yürekten bağlılıkları,
bir trajedi gibi anlatır...
Bu, kabile içindeki bağlılığı ve mücadele gücünü arttırır.
Kabileler arası çatışma tehlikeli dönemlerin en büyük gerçeğidir.
Hz. Muhammed'in amacası bu tehlikeli ortamda hayatta kalma yolarının öğretmiştir.
Bu dünyada yay ve ok kullanan tek peygamber olmuştur.
Bu uçsuz bucaksız çöllerde bazen en büyük ve
ve kanlı savaşlar, su yüzünden çıkmıştır.
Gerçek anlamda çok kanlı meydan muharebeleri yaşandı.
İlk başta iki aile arasında başlayan küçük çatışmalar
kısa zamanda çok büyük boyutlara ulaşmıştır.
Kabile korumasında olmayanlar buna dayanamazdı.
Yarım ada, üzerine dağılmış sayısız grubun,
şiddetli mücadeleleriyle çalkalanırdı.
Her biri için kendi bölgelerini ve kuyularını korumak
her şeyden önemliydi.
Toprakların büyük kısmının kurak olduğunu biliyorsunuz.
Bu yüzden su her zaman çok değerli olmuştur.
Ağır iklim şartlarında suya sahip olmak
bu topraklarda hakimiyetin ve gücün bir göstergesi olmuştur.
Yılda yalnızca bir veya iki kere
yağmur alan topraklarda yaşayan toplumlar için
çok az su, yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgiyi belirler.
O sıralar her kabilenin tapındığı sayısı totemi vardı.
Su, rüzgar, ateş ve gece tanrıları.
Bu, taştan ve tahtadan yapma totemlerin tamamı
bir kervan şehri olan, Mekke'de toplanmıştır.
Bunlar, arapça "küp" anlamına gelen Kabe'de toplanmıştır.
İslamiyet'ten önce Arapların bir çok ruhani figürü vardı.
Bunlar genellikle doğa kaynaklı şeyler olsa da, bazen;
taş veya odun gibi şeylere taparlardı.
Merkezi bir konuma sahip olan Mekke'deki Kabe
en önemli tapınma merkeziydi.
Çok daha önceleri burası
Hz.ibrahim tarafından yapılmıştı.
ve Kabe'nin duvarında cennetten düştüğüne inanılan siyah bir taş bulunur.
Bu fırtınalı zamanlarda Kabe, barış içinde toplanılan tek yerdi.
Burada her kabile kendi tanrısına tapındıktan sonra
yeniden mücadele için açık kumlara geri dönerdi.
Burası İslamiyet öncesi,
çevredeki tek toplanma alanıydı. Farklı kabileden,
insanlar burada görüşme imkanı bulurlardı.
Bunun sonucu olarak,
bu çevre bir ticaret ve alış-veriş merkezi konumuna geldi.
Mekke ve Kabe İslamiyet öncesi toplumlar için
ruhani olduğu kadar ekonomik bir öneme de sahipti.
Kabe sayesinde Mekke şehri, Arapların en gözde ticaret merkezi olur.
Burada her tür Arap malları, egzotik kokular, Hint baharatları,
Çin ipekleri ve Mısır keten bezleri bulunurdu.
Ama belki de Mekke'de bulunan en önemli şey
zengin bir kültürdü.
Bir çeşit ilginç deneyimler yaşamak için
buraya çok uzak yerlerden gelenler vardı.
Yerel dinler karışıktı. Hristiyanlar ve Yahudiler de vardı.
Bunların yanı sıra animizm dinine inanan Araplar da vardı.
Hz. Muhammed'in bulunduğu bölge tam bir ticaret merkeziydi,
Akdeniz'den Hint Okyanusu'na kadar,
yani Bizans ve İran'ın yanı sıra
Hindistan ve Çin'i de içine alan bir bölgeydi.
Hz. Muhammed (S.A.V.) ticarete başlar.
Aslında, ticaret konusunda oldukça iyidir.
25 yaşına geldiğinde bir kervana liderlik eder.
Ona bu işte en büyük yardımı eden kişi,
sonradan karısı olacak olan Hz.Hatice'dir.
Bir süre sonra Hz.Hatice O'na evlenme teklif eder.
Evet, Hatice. Bence o Hz. Muhammed'in akıl hocasıdır.
Kendi işine sahip çok güçlü bir kadındır.
ve Hz. Muhammed ona yardım etmiştir.
Bu, harika bir birlikteliktir, ve Hz. Muhammed ondan çok şey öğrenmiştir.
Hz. Muhammed eşi sayesinde
Arap yarım adası dışında dünyanın bir çok bölgesinde,
ticari bağlar kurmuştur.
Benim kanaatimce, O çok akıllı ve açık fikirli biriydi,
ve farklı insanlarla mükemmel bir iletişim kurma yeteneğine sahipti.
Bu sayede büyük bir karizmaya sahipti.
Hz. Muhammed insanları barıştıran ve kavgalara çözümler bulan bir kişiydi.
Bir keresinde, Kabe'nin onarımı sırasında,
yerinden düşen kutsal siyah taşı yerine koyma onuruna erişmek için
kabile reisleri arasında tartışma çıkar.
Olay şiddetlenmeden hemen önce Hz. Muhammed bir çözüm sunar.
4 lider beraber, bir bezin 4 tarafından tutarak kaldırırlar...
ve bu onura erişirler.
Minnettarlıklarını göstermek için, taşı Hz. Muhammed'in yerleştirmesini teklif ederler.
Bundan sonra O'na El-Emin adı verilir, yani "Güvenilen kişi".
Özellikle dinî her türlü soruna
ilginç çözümler getirebilen bir kişiydi.
Bu durum O'nun
sıradan bir insan olmadığının en büyük kanıtlarındandır.
Ağırbaşlı konuşurdu... Araplarla...
bölgede yaşayan Hristiyan ve Yahudilerle.
Mekke çevresindeki kayalıklara giderdi
ve bir çok şey hakkında düşünürdü.
Bir noktadan sonra gördüğü manzara,
O'nu çok derin düşüncelere iterdi.
Mekke civarındaki bir mağarada,
Hz. Muhammed, hayatına yön veren bir deneyim yaşadı.
Bir melek, bir insan suretinde görünerek
yüce Allah'ın O'nu bir peygamber olarak seçtiğini bildirir.
Bu andan sonra Hz. Muhammed'in, hayatı derinden sarsılır.
Toplum içindeki normal bir insan olarak
böyle bir olayla karşılaşmak, ve insanlara yol gösterici...
olarak tayin edilmek, önceleri elbette zor kabul edilir bir şeydir.
hiç bir şey olmadan size bahşedilen bu şey,
arkadaşlarınız tarafından şaşkınlıkla karşılanır,
Aniden ortaya çıkan bu ses O'na
dışarı çıkıp konuşmasını ve söylediklerini insanlara nakletmesini ister.
İşte bu, Hz. Muhammed'in peygamberlik yaşamının başlangıcı olur.
Aylar geçtikçe bir devrim gerçekleşecek...
En zarif Arap şiirlerinden bile güzel olan sözler,
söylenecek ve her şey baştan sona değişecektir.
Hz. Muhammed her şeyi baştan sona değiştirecek,
daha önce söylenmemiş bir söz söyleyecekti:
"Allah tektir.".
İslam öğetisinin temelinde, teklik, ve Allah'ın her yerde olduğu inancı vardır.
Bu kavram, başka hiç bir şekilde yorumlanamayacak
kati ve önemli bir kuraldır.
Kutsal birliğin tek anlamı; Allah'ın birliği
ve başka hiç bir ilah olmadığıdır.
Bu, sadece O'nu düşününüz demektir.
O'nun hakimiyetini düşünün! durumunu düşünün!
gücünü düşünün! demekti.
Bunların hepsi akla uygun fikirlerdi.
Anlam, açık ve netti.
Tek Tanrıya inanç, kabileye ait bölünmeler yok.
Bundan sonra insanlar arasında ayrım olmayacak.
İşte büyük bir devrim.
Getirdiği sosyal adalet mesajı,
erken öğretileri arasında
en önemlisi olarak görünüyor.
O zamanlar Mekke'de
varlıklılarla fakirler arasında derin bir uçurum vardı.
Servetin herşey demek olmadığında, ve paylaşılması gerektiğinde ısrar etti.
Bu sosyal adalet mesajı,
halk arasında ününü arttırdı.
İslam ile birlikte yeni bir düzen yeni bir yaşam şekli gelişti,
ve bu yaşam şekli çok güzeldi,
çünkü artık herkes eşitti... siyah, beyaz, erkek, kadın,çocuk.
İslam'ın çok hızlı yayılmasındaki ana etkenlerden biri
evrensel bir bakış açısı ortaya koymasıdır.
Bir süre sonra Hz. Muhammed, bu mesajı,
herkes içinde yüksek sesle dile getirmeye başladı.
Bu durum, İslam öncesi Arap dünyası için
esneklik ve sembolik bir derinlik getirmişti.
Arap kültüründe şiir ve ağdalı anlatım
çok önemli olduğu için,
şairlere çok önem verilirdi.
Bazı insanlar O'na şaiir dedi.
Kur'an'daki bir sure temel olarak şöyle der...
Hz. Muhammed (S.A.V) bir şair değil.
Şairler arzunun sesiyle konuşurlar.
Oysa bu ses arzunun sesi değil, Allah'ın sesidir.
Hz. Muhammed'i takip edenler çoğalmaya başlar.
Allah'a teslim olan ve kendilerine "Müslümanlar" diyen bu grup,
Hz. Muhammed'in mesajlarını yazmaya başlar.
Bu Kur'an'ın başlangıcı olur.
Kur'an'ı kaleme alan kişiler
çok yetenekli ve O'na yakın kişilerdi.
Hiç bir anlam kaymasına sebep olmayacak şekilde
inanan ve yazabilen kişilerdi.
Çok erken dönemlerden itibaren
Kur'an'ın el yazması örnekleri,
çoğaltılıp elden ele dolaşmaya başladı.
Kur'an etik ve sosyal rehber olarak
dini eğitimde tam bir devrimdir.
İlk çıkışı olarak da hep Arapça baz alınır.
Kur'an daki bu olağan üstü doğallığın sebebi nedir?
Bence bu, evrensel bir gücün,
herkesin anlayabileceği şekilde,
çok güçlü ve şefkatli bir dille anlatmasıdır.
Kur'an iman edenlere,
bedevi edebiyatının ahengiyle
ölümden sonra cenneti vaat eder.
Kendinizi çölde, susuz ve...
güneşin altında kavrulurken hayal edin.
Bütün vücudunuzu pelerin ile örtmek zorundasınız
çünkü rüzgar tüm bedeninizi ve yüzünüzü kavuruyor.
Ve bir vahaya doğru yürüyorsunuz.
Orada sıcaklık düşüyor.
Huzurlu bir sessizlik. Rüzgarın uğuldaması yok.
Her yer yeşil ve cıvıl cıvıl görünüyor.
Su cennetin en büyük sembollerinden biri olan mutluluk kaynağı.
Kur'an buradakilere ve dünyanın her hangi bir yerinde...
kendini çölde hisseden insanlara vaha seçeneğini sunmuştur.
Kur'an'da cennet bu denli kolay tarif edilirken,
henüz Allah kavramı hakkında bir açıklama yoktu.
Ve gizem olarak kalacaktı.
Allah hakkında konuşurken somutlaştırmadan anlatmak çok zor,
Allah'ı maddeleştirmek,
ya da insan şeklinde düşünmek
insan benliğinin iz düşümü olarak düşünmek yanlış.
Bu yüzden İslam'da resim ve heykel sanatları,
böyle bir risk taşıdığı için hep uzak olmuştur.
Kur'an sürekli, bir adlandırmadan kaçınır.
Yani Allah'ı hiç bir şekilde somutlaştıramaz, maddeleştiremeyiz.
Allah'ın veya Hz. Muhammed'in sureti,
bizzat Kur'an'ın güzelliğinde mevcuttur. İslam'ı özel yapan budur.
Bu bağlamda, İslam dininde resim onaylanmaz.
Allah'ın dünya üzerindeki varlığı bizzat Kur'an'dadır.
Ve Müslümanlar, ilk zamanlardan itibaren
Kur'an'da buyurulduğu üzere Allah'ı resmetmeyi bırakmıştır.
Kesinlikle Allah'ı resmedemezsiniz, çünkü bir şeklinden söz edemezsiniz.
Hz. Muhammed'i de yüzü kapalı şekilde resmetmişlerdir, çünkü O tanrı değildir.
Belirli zamanlarda ve yerlerde Hz. Muhammde'in resimleri yapıldı.
Ama bunlar dini resimler değildi,
tapınılacak resimler değildi,
bunlar bir azizin veya bir tanrının resimleri değildi.
Tarihi bir kişilik olarak Hz. Muhammed'in resimleriydi.
O'nu, insanları onurlandırırken mavi göğün üstünde,
veya nurlar içinde gösteren resimlerdir.
Ama resimdeki diğer karakterleden üstün gösterilmemiştir.
Diğer zamanlarda insanlar O'nu resmederken
yüzünü saklamak için, beyaz bir peçe çizmişlerdir.
Bunu yapmak için başka bir yaklaşım.
Yine de bunların hiç biri, adanmak için yapılmamıştır.
Onlara bakarak ibadet etmeniz gerekmez.
Yalnızca, dininizin tarihini,
ve bizzat tarihin kendisini öğrenirsiniz.
Elbette Hz. Muhammed'in çağrısına,
karşı çıkanlar olmuştur.
Elbette, insanlar kuşku duyuyorlar
ve "Eğer peygambersen bize bir mucize göster" diyorlar.
"Kur'an'daki peygamberlerin...
"Musa'nın, İsa'nın mucizeleri vardı."
"Senin mucizen nerede?"
Cevap çok açık ve sadeydi...
"İşte mucize... Ku'an-ı Kerim"
Ama kuşaklar boyu atalarının
totemlerine tapan bu insanlar için
bu mucize yeterli gelmeyecektir.
Şüpheleri artmıştı.
Ölümden sonra yaşam fikri onları dehşete düşürüyordu.
Bu yüzden Kur'an o insanlara biraz kuşkulu gelmiştir.
"Yani ben öldükten sonra,
"vücudum çürüyüp toprağa karıştıktan sonra
"tekrer bir araya gelip yeniden oluşacağımı
"ve hayata döneceğimi mi söylüyorsun?"
Bu, Arapların inanmakta zorluk çektiği
Kur'an'ın bir çok mesajından yalnız biridir.
Hz. Muhammed ayrıca haksız kazancın lanetlendiğini de söylemişti.
Kıyamet gibi olgulardan da söz ederdi,
zamanın sonundan bahsederdi...
dağlar yerle bir olduğunda, gökyüzü ters dönüp alaşağı olduğunda,
o zaman bütün davranışlarınızdan sorumlu olacaksınız.
yaptıklarınızın cezasını yanarak çekeceksiniz derdi.
İman etmeyenler,
Hz. Muhammed'in kutsallığına inanmaktan öfke duyuyordu...
Onların miraslarını ve alışkanlıklarını değiştirmek istemesinden...
rahatsız olmuşlardı.
Bir çok yönden O'nun söyledikleri...
sosyal düzeni ve geleneklerini tehdit eden şeylerdi.
Kabe ve Mekke'nin bir inaç ve ticaret merkezi olmasından ötürü
ekonomik anlamda rahatsız olanlar da vardı.
Hz. Muhammed'in takipçileri arttıkça
kervan şehirlerdeki sosyal farklar kalkmaya başladı.
İnanç ve alışveriş tacirleri, güvenliklerinden endişe etmeye başlamışlardı.
Kabile liderleri
Hz. Muhammed'in ve yaydığı mesajların yok edilmesi gerektiğine karar verir.
Şehrin kontrolünü kaybetmek istemiyorlardı.
Bu yüzden Hz. Muhammed için her şeyi zorlaştırıyorlardı.
Kabeyi O'ndan korumak için ellerinden gelen her şeyi yapabilirlerdi.
Hz. Muhammed'in amcasından O'nu korumaktan vazgeçmesini istediler...
Bu durum açıkça bir cinayete ve yok etmeye giden bir yoldu.
Ama amcası bunu kabul etmedi
Savaşın cepheleri belli olur.
Savaştan başka hiç bir şey bu anlaşmazlığı gideremez.
Hz. Muhammed bedevilerden olağanüstü şeyler istiyordu...
Çok tanrıya inanmaktan vaz geçmelerini,
atalarından kalan bir çok geleneği unutmalarını
ve kabile savaşlarını bitirmelerini istiyordu.
Bütün bunlar, O'nun hor görülmesine, ezilmesine ve
... saldırıya uğramasına neden oldu.
Hz. Muhammed'in takipçileri pazardan uzaklaştırıldı ve yoksullaştı.
Kabile korumasında olmayanlar işkenceye maruz kalıp öldürülür.
619 yılında önce eşi Hatice sonra da...
amcası ölür.
İlk aşkı ve tek koruyucusu artık yoklardır.
Rakiplerinin yıllardır beklediği fırsat artık ellerine geçmiştir.
Ancak Mekke'nin kuzeyinde yer alan bereketli Yesrib kasabası,
Hz. Muhammed ve halkına kapılarını açtı.
Kabileler arası savaş devam ettiği için
bir arabulucuya ihtiyaçları vardı.
Onlar, Hz. Muhammed'in çok güvenilir ve adil biri olduğunu duymuştu.
O'nun hakemlik yeteneğini biliyorlardı...
"Yardım için O'na ihtiyaç duydular ve davet ettiler.
Hz. Muhammed Yesrib'e gitmeyi kabul eder ve orada
halkı için güvenli bir ortam temin eder.
Hz. Muhammed'in takipçileri için,
ailelerinden ve kabilelerinden ayrılmak
bağlılık adına en zor sınavları olmuştur.
Böyle yaparak yeni bir topluluk ve kabile oluştururlar.
İlk zamanlar kan bağı olmaksızın bir arada yaşarlar,
kaderlerini birleştirirler.
Böylece, tek bir kervanın seyahati,
İslam'ın gerçek başlangıcı olmuştur.
Bu seyahat "Hicret" olarak bilinir.
Hristiyanların takvimi için 622 olan yıl, Müslümanlar için 1'dir.
Hz. Muhammed Yesrib'e
mesajıyla birlikte gelir...
getirdiği mesaj; birlik ve barıştır.
He was asked to be a Solomonic figure,
to mediate tensions between tribes that seemed intractable.
Burada çalışmalarını sürdürdükçe,
kasaba, artık bir peygamber şehri kimliğine bürünür...
Medine.
Hz. Muhammed'in Medine'deki en büyük görevi,
bu farklı kültürdeki grupları bir araya getirip,
bir topluluk oluşturmak ve
bir şekilde uyum içinde yaşamalarını sağlamaktı.
Medine'nin kabilelere bölünmüş halkı büyük bir dayanışma içine girer.
Ama İslam'ı kabul etmiş olmalarına rağmen,
eski inançlarını değiştirmemişlerdi.
İslam dininin ilk zamanları,
kitap sahibi diğer dinler; Yahudilik ve Hristiyanlıkla
büyük benzerlikler gösterir.
Daha öce de Allah'ın sözlerine ve elçilerine inanılmıştı...
örneğin Hz. Musa ve Hz. İsa...
Ama insanlar her seferinde yoldan çıktılar.
Kur'an'ın her yerinde Hz. Muhammed'in insanlığı,
alçakgönüllülüğünü görürüz,
ve kutsal inancını yaymak için gösterdiği
olağan üstü çabayı.
Basit bir hayat ve dini ayinlerle,
Müslümanlık Medine'de büyüdü.
Bilal adında azat edilmiş Habeşistanlı bir köle,
inananları ilk kez Hz. Muhammed'in evine, ibadete çağırır.
Allahu akbar.
Burası ilk camiydi.
Allah'ın birliğini ifade eden bu ilk ezan,
inananları ibadete çağırır...
''La ilaha illa Allah''...
Bir çok Müslüman ezgisinde yer alan bu cümle,
sesli ya da sessiz bir çok defa,
tekrarlanarak Allah'ın birliği hatırlanır
ve yaşama amacına odaklanılır.
Allahu akbar. La ilah illa Allah...
Toplu ibadet güzel bir şeydir.
Birlikte hareket ederek, ibadet ederek,
büyük bir dayanışma gösteriliyor.
İnanmayan veya başka dine mensup birileri için,
bunu izlemek bile büyük bir olay.
İbadet sırasında yapılan hareketler,
hem bedenen, hem aklen hem de ruhen,
aynı anda aynı şekilde olur. Ve hep birlikte
başımızı yere değdiririz.
Birliğin, daha güçlü bir sembolü olabilir mi?
Söylendiğine göre; Hz. Muhammed Medine'de iken, ibadet sırasında
Mekke'deki Kabe'ye dönülmesi gerektiği konusunda bir vahiy alır.
İçinde bir çok put bulunmasına rağmen burası hâlâ,
tek bir tanrıya inanan ilk kişi, Hz. İbrahim'in tapınağıdır.
Ama Müslümanlar Mekke'ye dönüp ibadet ederken,
düşmanları güçlerini birleştirmeye başlamıştır.
Amaçları, Müslümanları yok etmektir.
Hz. Muhammed'e inananlar da savaşa hazırlanmaya başlar.
Müslümanlar ellerinden gelenin en iyisi yapsalar da,
yine de sayı ve silah olarak güçsüzlerdi.
Mekke'nin tamamı silahlı bin askerine karşı,
çoğu yaşlı ve çocuk...
bir çoğu da silahsız, yalnızca 313 kişi toplayabilmişlerdi.
Hz. Muhammed yıllarca Mekke halkını barışçıl bir şekilde inanmaya davet etti.
Şimdi savaş zamanıydı.
Müslümanlar kendi insanlarına karşıydılar,
kardeş kardeşle, baba oğluyla savaşıyordu.
Silahları olmasa da çok daha güçlü bir şeye...
kaderlerine yürekten inanca sahiptiler...
Hz. Muhammed'in askerleri,
Allah'ın onların yanında olduğunu bilerek savaşıyorlardı.
Çok, çok kanlı 3 savaş geçirmişlerdi.
Genç Müslümanlar, yok olmanın kıyısından dönmüştü.
Üç yıl boyunca, Müslüman ordusu saldırılara karşı koydu.
Hz. Muhammed'in zaferlerini gören,
diğer Bedevi kabileleri, bunu Allah'ın eli olarak kabul ettiler.
Çöldeki insanlar birer birer Müslümanlığa geçmeye başladı.
Müslüman osrdusu büyüdü ve işler dersine döndü.
Müslüman güçler Mekke'nin dış mahallelerine kadar ilerledi.
Bu sonuncusu bir ay içindeki en ciddi kuşatmaydı.
Nihayetinde Mekke şehri Hz. Muhammed'e teslim oldu.
630 yılında Mekke'nin korkmuş insanları kendilerini şiddete hazırlamışlardı.
Hz. Muhammed ve ordusu evine geri dönmüştü...
10,000 kişiyle.
Mağluplar, kendilerini korkunç bir kaderin beklediğini düşünüyorlardı.
Kabile savaş yasalarına uygun olarak
Mekkeliler büyük bir intikam bekliyorlardı.
Genellikle erkekler öldürülür.
Kadın ve çocuklar köleleştirilirdi.
Kabile savaşlarında çok az merhamete yer vardı.
Elbette bütün dünyada bu böyledir.
Ama Hz. Muhammed'in Mekkeliler için bir sürprizi vardı.
Hz. Muhammed Mekke'ye geldiğinde
elbette kanlı bir intikam getirmemişti.
Ama 3 yıldır O'na karşı savaşan ve yok etmeye yeltenen,
çoğu Mekkeli, beklediğinin aksine
şok edici bir merhametle karşılaştılar.
Zaten dinin temelinde
büyük bir cömertlik...
olağanüstü şevkat ve merhamet vardır..
Ama Mekke'deki her şey Hz. Muhammed'in gazabının dışında değildi..
Zaferle birlikte, ordu Kabe'ye doğru yürüdü.
Putlarını korumaya gelen,
insanları aşmak için, tapınağın etrafında 7 defa dönüldü.
Ama Hz. Muhammed'in yok etmek istediği, putperest insanlar değildi.
Onların tanrı yerine koyduklarıydı.
Kurmaylarını harekete geçirdi
ve atalarının tanrı dediklerini yerle bir etti.
Hz. Muhammed'in Mekke'ye girmesi tapınağa girmesi,
ve tapınaktaki tüm putları yok etmesi,
İslam için büyük ve sembolik bir önem taşır.
Putları yıkarak,
kabileler arasındaki çoklu inanç sistemini
ve karmaşayı yok etmişti.
Bedeviler şok olmuştu.
Babalarımızın tanrıları yok edildi, diye düşündüler.
Bir başka açıdan atalarımızın kendilerini kandırdığını
taptıkları şeylerin onları korumakta bile
ne kadar aciz olduklarını da görüyorlardı?
Bu bir ikon düşmanlığıydı,
her ne kadar peygamberlik kabilinden bir şiddet gibi görünse de
İslam inancında çok önemli bir yere sahiptir.
Tıpkı, Hz. Musa'nın Sina'daki putperestliği gördükten sonra tabletleri kırması
ya da Hz. İsa'nın maddi her şeyi tapınağın dışına atması gibi.
Müklümanlar kuzeye yöneldi,
Batıya doğru, Mısır'ın içinden ve çabucak Kuzey Afrika'yı katederek,
Akdeniz kıyılarına ulaştılar.
Onları yalnızca deniz durdurabildi.
Büyüme, 622 yılında,
hicri takvime göre 1 yılında patlama yaşadı.
50 yılda,
deve çobanlığından
dünya tarihinin en büyük imparatorluklarından biri konumuna geldiler.
200 yıl içinde İspanya'dan Çin'e kadar yayılmışlardı.
Müslümanlar İran'daki Sasani İmparatorluğunu işgal etti
ve Hristiyan Bizans'ı kuşattılar.
Şimdi İmparatorluk Roma'dan bile büyüktü.
Batıda Fas'tan
doğuda bugünkü Hindistan sınırlarına kadar uzanır.
Nasıl olmuştu da,
küçük bir ordu, bu kadar büyük bir alanı, böyle çabuk ve kolay fethedebilmişti?
Önce Orta Doğu olmak üzere
Kuzey Afrika dahil
bu kadar kolay genişlemelerinin sebebi,
insanlara mevcut olandan çok daha iyi bir rejim sunmalarıdır.
Tüm dünyada Müslümanların, "İtaat et ya da öl" dedikleri düşünülüyordu.
Bu kesinlikle doğru değildi.
Hiç bir zaman zor kullanmadılar, kurallarını zorbalıkla kabul ettirmediler.
Kendi yönetimlerini devam ettirmelerine izin verdiler.
Hristiyanların ve Yahudilerin inançlarını devam ettirmelerine
ve kendi kendilerine yönetmelerine izin verdiler.
Bazı açılardan, zaptedilen insanlar
yeni rejimdeki huzuru zor görmeden kabul ettiler.
Zalim ve sömürücü papazlar tarafından,
kullanılmış ve haksızlığa uğramış hisseden bireyler
İslam'ın ruhban sınıfının inanç meselesindeki serbestliğini
çok çekici bulmuşlardır.
Bu zamanlar yeni oluşumlar ve bazen kahramanlar yaratan bir zamandır.
Roma İmparatorluğu yıkılmış.
Bizans eski gücünden uzak.
Yeni bir bakış açısına ve yaşam tarzına ihtiyaç var.
Ve bence,
Hz. Muhammed'in görevi bu sosyal boşluğu doldurmuştur.
Herkes hayatını daha güzel kılacak yeni bir toplumsal yaşam biçimi arıyordu.
Kur'an'ın emirlerini
Mekke ve Medine'de başarıyla uygulayan Müslümanlar,
bunu, global bir şekle getirmişlerdir.
Suriye alındığında,
Müslümanlar cuma günkü ibadetlerini
Şam'daki "St John the Baptist" kilisesinde yerine getirirler.
Aynı zamanda Hristiyanlar burada pazar ayinlerine devam ederler.
İki inanç, yan yana ve barış içinde aynı binayı paylaşırlar.
Müslüman topluluğu büyüyünce,
Hristiyan cemaatinden eski kiliseyi alıp
yerine büyük bir cami inşa ettiler.
Bizanslı sanatçılar, altın mozaiklerle İslam motifleri işlediler.
Şam'daki büyük cami, tüm imparatorluktaki yeni camiler için,
model haline geldi.
Araplar fethettikleri toprakların,
büyümesini ve gelişmesini sağladılar.
Tunus'ta Roma harabelerinden,
yer çekimini kullanmak suretiyle suyu dinlendirerek,
ustaca yapılmış su arıtım sistemleri tasarladılar.
Şehrin dışına yaptıkları bu yapılarda
iki tane devasa havuz kullandılar.
Temiz su, borularla şehre dağıtımı yapılmak üzere
daha geniş olan havuza aktarılıyordu.
Bunun yüzlerce yıl önce olduğunu göz önünde bulundurursak,
Avrupa'da o zamanlar kimse su taşımacılığını düşnmemişti.
Bulabileceğiniz tüm planlarda, suyun daha çok olduğu
dağlardan getirilip,
daha az su bulunan ovalara dağıtıldığını görürsünüz.
İlk çağdan kalma su kanallarını kıymetli suyla doldurup
özenle hazırlanmış sulama sistemleri ortaya çıkardılar.
Akdeniz Bölgesine hayat veren
buğdayı öğreterek ziraatin gelişmesi sağlandı.
Müslümanlar, kutsal şehir
Kudüs'teki anıtları korumuştur.
Yalnızca 100 yılda,
Hz. Muhammed'in görüşü dünyanın, dinsel ve politik haritasını değiştirdi.
Takipçileri de Roma'dan daha büyük bir imparatorluk sahibi oldu.
Ancak Hz. Muhammed bunu görecek kadar yaşayamadı.
Hicri takvimin 11. yılında,
632'de, Mekke'yi ele geçirdikten sadece 2 yıl sonra,
Hz. Muhammed (S.A.V.) vefat etti.
Medine yasa boğuldu.
Şehir, günlerce keder ve ağıtlarla kendini paraladı.
Basit bir cenaze töreni istediği biliniyor.
Mezarına işaret bile konulmamıştır.
İnsanların, o mezara tapmasını istemiyordu.
Bu onların imanlarına zarar verebilirdi.
Allah onlarla Hz. Muhammed (S.A.V.) aracılığıyla konuşuyordu.
Şimdi peygamberleri onları terk etti, belki Tanrı'ları da öyle.
Hz. Muhammedin ölümü genç müslüman toplumunda krize yol açtı.
İnsanları en çok kaygılandıran soru, O'nun yerine kimin vekâlet edeceğiydi.
Bu noktada yeni bir lider seçme konusunda
bazı fikir ayrılıklarına düşüldü.
Hz. Ali'nin yolundan giden bir grup yani Şiilere göre,
Hz. Muhammed, damadı ve kuzeni olan Ali'yi varisi olarak yetiştirmişti.
Bugün Sunnilik denen diğer bir görüş de,
Hz. Muhammed'in hayatı boyunca kimseyi varisi göstermediğini ama;
"Ben gittikten sonra aranızdan asil birini ve
kıdemlilerden birini seçin." demişti.
Ve o evden dışarıya halife olarak çıkan kişi, Ebu Bekir oldu.
İnsanları topladı ve onlara şöyle dedi...
"Eğer Muhammed'e tapıyorsanız öldüğünü biliyorsunuz..."
"Eğer Allah'a tapıyorsanız, O sonsuza dek yaşayacak. "
İşte burada İslam'ın gücünün ve derinliğinin sırrı vardır...
tek Allah'ın birleştirme gücü, bağışlayıcılığı ve merhameti,
bir insanın gücü ile, ortak bir kadere bağlanmıştır.
Hz. Muhammed (S.A.V.) kurduğu ve büyüttüğü imparatorluğa önderlik etmedi,
O'nun mesajının gücü bunu yaptı.
Bilgelikle yoğrulmuş bu mesajın ortaya çıkmasıyla
insanlık için her şey değişti,
İslam anlayışı, büyümeye ve gelişmeye devam etti.
Müslümanları yeni bir dönem bekliyordu.
Bütün dünyanın aydınlanması ve yeni topraklara yayılması için
dünyanın daha önce görmediği kadar büyük
yeni fetihler vardır sırada...
7. ve 8. yüzyıllar boyunca,
dünyayı değiştiren bu büyük güç;
İslam dinidir.
Bundan sonraki fetihler yalnızca kılıç gücüyle değil
fikirlerin gücüyle de olacaktır.
Hz. Muhammed'in ölümünden 2 yy sonra,
O'nun mesajı ve yeni Arap imparatorluğu 3 kıtaya yayılacaktır.
Din önderliğinde meydana gelen bu imparatorluk,
ve politik anlayış, yeni bir uygarlığın doğuşu oldu.
Bu yeni uygarlık,
hayallerine çok kısa bir zamanda ulaştı.
Tam anlamıyla, bilinen en büyük uygarlıklar imparatotluğu
Arapçadaki fetih kelimesi, "futuh",
tam karşılığıyla, "açılmak".
lslam dini, doğduğu yerden dört tarafa doğru büyüdü
ve bir dünya fırsat önlerine açıldı.
Ama bu uçsuz bucaksız imparatorluğun ruhani merkezi hiç değişmedi...
kutsal şehir Mekke.
Dünyanın her yerindeki Müslümanlar
dinî vazifelerini yapmak üzere Mekke'ye seyahat ediyorlar.
Bu, kutsal hac yolculuğu olarak bilinir.
Hac yolculuğu, İslam hayatında sadakat ile ilgili önemli bir ibadet.
Aslında, Hz. Muhammed'in yaşamından bu yana
hac yolculuğu,
muhtemelen diğer Müslüman ibadetlerinden daha fazla
vahdeti ve eşitliği temsil ediyor.
Hac, insanlığa hareket getirir.
Büyük İskender hükümdarlığından bu yana ilk kez
kültürler ve kervanlar özgürdür.
Bin yıldır kapalı olan sınırlar açılmıştır...
Fikirler ve eşyalar, gidiş ve dönüşlerde inanılmaz mesafelere yayıldılar.
Her müslümanın hayatında bir defa Mekke'ye gitmesi demek,
kervanların eşyaları ve hacıları taşıması demek,
ayrıca fikirleri ve insanları.
Ve hep birlikte yılda bir defa Mekke'yi ziyaret ettiklerinde,
neşe içinde evlerine dönüyorlardı.
Yani, Semerkand'da bir keşif olduğu zaman
yıllar içinde Cordoba'ya kadar ulaşıyordu.
Hacılar nereye ayak basarsa, tüccarlar onları takip eder.
Kendisi de bir tüccar olan Hz. Muhammed'in
mesajı artık,
İslam yolunda, ticaret ile birlikte yayılıyor.
Ticaret İslamiyet'te çok önemliydi
bunun nedeni, coğrafi konum.
Önemliydi, hâlâ önemli, batı dünyası ile,
Doğu arasında bir bağ.
Çin'i Avrupa'ya bağlayan doğal bir köprü.
Yalnızca iki yüzyıl içinde, İslamiyet
İspanya'dan tüm Hint yarım adasına kadar yayıldı.
Arap İmparatorluğunun,
bir ucundan diğerine gitmek neredeyse bir yıl alıyordu.
Ve başkenti, bereketin efsanevi şehri...
Bağdat'tır.
Bağdat'taki saraylar yıllar içinde kayboldular
ama zamanında, Atina ve Roma'daki saraylardan daha muhteşemdi.
İslâmiyet ile birlikte gelen,
inanılmaz bir mimariye sahipti.
One visitor left this account.
"Bütün mahalleler; harika parklar,
"bahçeler, konaklar, çok güzel mesire yerleri,
"her zaman dolu çarşılar, zarif camiler ve hamamlarla doluydu.
"Görkemli nehrin iki yanında millerce uzanıyordu."
Ama göze hoş görünmesinin dışında daha farklı bir şey
bu şehri, zamanının en büyük şehri yapmıştı.
Oradaki birlikti.
Bilginler, Bağdat'ı dünyanın incisi yapmıştı.
Sekizinci yüzyılda,
Bağdat, İslam dünyasının ilim merkeziydi
ayrıca tüm büyük yenilikler, Bağdat'a, ilk önce Bağdat'a geliyordu.
Çünkü buraya en iyi insanlar geliyordu; en iyi düşünürler, filozoflar, sanatçılar.
İmparatoğluğun göz kamaştırıcı büyüklüğü, yeni liderleri zorluyordu.
Mühendislik ve lojistik konularında sorunlar ortaya çıkıyordu.
Bunları çözmek, en büyük beyinlerin günlerini alıyordu.
Yeni imparatorlukta, temizlikten sorumlusunuz,
pazar yerinden sorumlusunuz, pazarda satılanlardan sorumlusunuz.
Bunların tümü bazı temel bilimler gerektirir.
Bu yeni imparatorluğun bilime olan ihtiyacı,
imparatorluğu yönetme gereğinden ileri gelir.
En zeki insanlar toplantıya çağrılıyordu.
En iyiler bilgileri paylaşıyordu,
Bağdat, "Bilimin Evi" olarak ünlenmişti.
Gelip, akademide çalışma arzusu
alimleri ve entellektüelleri kendine çekiyordu.
İmparatorluğun her tarafından gelen,
alimlerin desteklediği, halka açık kütüphaneler vardı.
İran'dan alimler geldiği gibi Bizans'tan da geliyorlardı.
Hristiyan, Müslüman Yahudi bir aradaydı.
Ve tüm bu farklılıklar... beşeri ilmin birleşmesiydi.
Yani, bunun asıl sonucu;
Birbirlerinden çok farklı kültürlere sahip
bireylerin, aynı pota içerisinde erimesiydi.
Bu saygıdeğer alimlerle boy ölçüşmek çok zordu.
En büyük işleri,
bilime tümüyle yeni bir anlam kazandırmaları olmuştur.
Mesleki rekabet yeni bir entellektüel sınıf doğurmuştur.
Her bir alim, bu işi bir adım daha ileri götürmek için
adeta kendisiyle yarışıyordu. Aynen zamanımızda,
bürokrat ve akademisyenlerin kendileriyle savaş vermeleri gibi.
Alimler, imparatorluğun her tarafından gelen
mümkün olduğunca çok eski metni yorumlayıp genişleterek,
tarihte daha önce cüret edilmemiş bir işe kalkışmışlardır.
Hristiyanların aksine,
Müslüman düşünürler kader ve doğa kanunları arasında
yadsınamaz bir ilişki olduğuna inanırlar.
Hristiyan kilisesi tarafından kafir olarak damgalanan
Aristo ve Platon gibi.
Artık vakit;
bilimadamları, bürokratlar için,
kendilerinden önce Yunanistan'da, Hindistan'da, İran'da...
oluşan bilimi inceleyip
geliştirmeye başlama vaktidir.
Hinduların geliştirdiği matematiksel kavramlar bugün bizim için rehber görevi görür.
Günümüzde kullanılan rakamları geliştirenler,
o zamanlar Bilimin Evi'nde olan alimlerdi.
Yunan yazıtlarını çevirip geliştirerek,
modern batı dünyasına armağan edenler de onlardı.
Rönesans Bağdat'ta başlamıştı.
Antik Yunan Uygarlığının
zengin mirasını olduğu gibi benimseyip,
yeni İslam Uygarlığındaki herkesin
anlayabileceği bir şekilde
Arapça'ya çevirdiler.
Arapça tüm bölge için bir bilim dili haline gelmiştir.
Bu, insanlık bilgi tarihi için çok çarpıcı bir gelişmedir.
Müslümanlar diğer uygarlıklarla yarışır duruma geldiler.
Bu belki de onlar için en önemli şeydi.
Bilimsel gelişim doğmuştu.
Çok zeki olduğunu düşündükleri Yunan bilginlerinin
hayran oldukları o yazılarında, neden hatalar yaptıklarını...
ilk anda neyi yanlış yaptıklarını bilmek istiyorlardı?
Böylece sorgulamaya başladılar. Doğru aletleri kullanamadıkları için mi?
Yoksa doğru yöntemi bulamadıkları için mi,
görüşlerini uygulamaya geçirmemişlerdi?
İşte bu, hevestir. Anlıyor musunuz? Sorgulama hevesi,
sistematik biçimde, tutarlı temellere dayanarak
bilimsel gelişme hevesidir.
Fiziksel önermelerle, evrenin işleyişini; ve matematiksel teoremlerle de,
fizik ile evrenin işleyişinin nasıl uyuştuğunu göstermek istiyorlardı.
Bu, benim tabirimle, yeni İslam biliminin doğuşu olmuştur.
Cebir ve trigonometri, mühendislik ve astronomi...
Sayısız bir çok bilim dalı, İslam biliminin ışığında
bugünkü dünyamızın ayrılmaz bir parçası olmuştur.
Belki en şaşırtıcı olanı tıp alanındaki keşiflerdir.
Avrupalılar, hastalıklarının şifası için azizlerinin kemiklerine
dualar ederken,
Müslüman hekimler; hastalıklara neden olan,
mikrop adını verdikleri ve havada uçan minicik organizmalarla ilgili
yenilkçi bir teori geliştirdi.
Hasta insanları karantinaya alıp tedavi ederek bu sonuca vardılar.
Bugünkü tıbba temel olan kuruluşları oluşturdular...
hastaneleri.
Çoğunlukla müminlerin bağışlarıyla finanse edilen,
Müslüman hastaneleri, daha iyi hizmet verebilmek için
hastalıklara göre bölümlere ayrılmıştı.
Zihinsel hastalıklara dahi çözüm bulunuyordu.
Anatomi öğretileri çok komplike idi ve,
600 yıl boyunca Müslüman ve Avrupalı hekimler
tarafından kullanıldı.
Müslüman alimler özellikle ışık, mercekler
ve insan gözünün fizyolojisine merak duymuşlardı.
Optiğin atası Ibn al-Haytham isminde bir müslümandır.
Onun merceklerle yaptığı çalışmalar modern kameranın temellerini atmıştır.
Gözün nasıl gördüğünü açıklamak için
ilk bilimsel incelemeleri geliştirmiştir.
Batının uygulama cesaretini bulmasından bin yıl önce
Müslüman doktorlar oyulmuş bir iğne kullanarak,
katarakt temizleme ameliyatları yapıyorlardı.
Ama bu bilginin yayılması ve imparatorluğun aydınlatılması için,
İslam dünyasının yüze yakın farklı şehrinde
bilgilerin çoğaltılıp paylaşılması gerekiyordu.
Bunun için, yeni bir buluş ortaya çıktı...
günümüzde de öğrenmenin ve bilginin temeli...
kâğıt.
700 ve 750 yılları esnasında, Müslüman ordularının Orta Asya'ya girmesi ile
ilk defa kâğıt ile karşılaştılar.
Ve çok kısa bir sürede, Müslüman bürokrasisi
kâğıdı kullanmaya başladı
50 yıl içinde Suriye'de görebilirdiniz.
Birkaç yıl sonra Mısır'da.
Sonra Kuzey Afrika'da.
Sonra Sicilya ve İspanya'da.
Ve Avrupalılar kâğıt yapmayı öğrendi.
Araplardan öğrendiler.
Bu andan itibaren, kâğıt yapımcısı aileler ortaya çıktı.
Diğer bir deyişle, kâğıt üretimini kuşaklar boyu sürdüren aileler ortaya çıktı.
Ve bu meslek çok geniş bir sanayi haline geldi.
Bu yüzden kitaplardan edinilen kazanç artmış oldu.
Kiatap ve kâğıt kullanımı yaygınlaştıkça,
çoğu kadın olan yüzlerce hattat,
çoğaltmak, çeviri yapmak ve temize çekmek için
Bağdat'a geldiler.
Bütün bu, Yunanlılardan
Hintlilerden, Orta Asyalılardan tedarik edilen
bilgiler, yazılı hale getirlidi.
Ve bu kitaplar çoğaltılıp, etrafa gönderildi.
Bildiğimiz kadarıyla, her biri kitap ve kâğıt satan,
yüzden fazla dükkanı içeren
kitapçılardan oluşan bir sokak vardı.
Ve bu zamanlarda Avrupa'da,
bir manastırda, eğer şanslıysa 5 veya 10 kitap vardı.
Batılı rahipler bilgilerini, pahalı parşomen kâğıdında
müsvedde halinde saklarken,
kâğıt, bilgileri ve buluşları İslam uygarlığının en uzak köşesine kadar ulaştırarak,
üç farklı kıtayı tek bir toplum haline getiriyordu.
Medeniyetin en yüksek mertebesinde bulunan İslam Uygarlığı,
özgünlüğe ve yaratıcılığa sıçrama noktası oluşturmak adına,
yeni çevirileri, öğretileri ve mümkün olan herşeyi
insanlığın gerçek olgularını göstermek ve ihtimaller üzerine düşünmek için
tek birim üzerinden evrensel adımlar atmaya başladılar...
insanlık için.
Tüm İmparatorluk sınırları içerisinde
yaşam tarzında Müslümanlık izleri taşıyan
tek bir Hristiyan yer vardır...
Güney İspanya
Avrupa sınırları içerisindeki bu yerde
İslam kültürü,
etrafındaki diğer Avrupa Uygarlıklarını etkilemiştir.
Bin yıl önce,
İspanyol şehri Cordoba, öğrenmenin ve kültürün merkezi olarak
Bağdat ile rekabet ediyordu.
Bugün, Cordoba'nın dar sokakları, Orta Çağ'dan sesler vermekte.
Karanlık Çağlar süresince,
burası Avrupa'nın en başarılı ve sofistike metropolüydü.
Sokaklar ve kaldırımlar,
kütüphaneler, hastaneler ve meydanlarla doluydu.
Parıltılı bir şehirdi... bir Müslüman şehriydi.
Şehirle ilgili tanımlardan anladığımız kadarıyla,
insanlar; "Şu çiçeklere bakın, caddelerin güzelliğine,
"şehri kaplayan şu harika ışıltıya... " diyorlardı.
Kuzeydeki şehirler karanlıktı.
Cordoba'da güzel bir nehir vardı. İnsanlar büyük evlerde yaşardı.
Tam tersine, Paris'te insanlar dere yatağında barakalarda yaşardı.
Orta Çağ Cordoba'sının ihtişamı burasıdır,
şehrin ortasındaki büyük Roma Katolik Katedrali.
Ama bugünün Cordoba Katedrali yaşamına bir cami olarak başladı...
İslam Uygarlığının en büyüklerinden biri olarak.
Cordoba'daki Büyük Camii, Güney Avrupa'nın
en büyük şehrinin, en büyük camisiydi.
Bir zamanlar minare olan kilise kulesine çıktığınızda,
çok geniş bir çatı görürsünüz.
Bir çok insan burayı,
caminin kubbesini görmek için
ziyaret eder.
Kubbe aynen şu şekildedir.
100 yıl sonra
bunu başka yapılarda görebilirsiniz.
Ama tesadüfen değil,
Kuzey Avrupa'daki gotik tarz bu şekildedir.
Lincoln Katedral'i ve Fransa'daki Chartes Katedrali böyledir.
Öyleyse bu nereden geldi?
Açıkça görünüyor ki, Güney İspanya'daki Büyük Cordoba Camii'nden etkilenmişler.
Avrupalı Hristiyan gezginler için,
Cordoba, İslam Dünyası'na göz atmak için müthiş bir fırsattı.
Gördükleri, onları şok etti...
Avrupa'nın çoğu o zamanlar, yoksulluk ve sefaletten zayıf düşmüştü.
Cordoba başarı ve muvaffakiyetin bir göstergesiydi.
10. yüzyılda telaffuzu zor bir ismi olan
Hrotswitha adında Alman bir rahibe,
Cordoba için; "dünyanın gurur kaynağı" demişti.
Bu yerden çok etkilenmişti.
Ve o Hristiyan bir rahibeydi.
Avrupalılar, kuzeydeki soğuk taş kalelerinden...
...Güney İspanya'daki muhteşem müslüman şehirlerine gelince
...etkilenmeden edemediler.
Granada'nın yanındaki yeşil tepelerde şaşırtıcı zerafette bir saray vardı.
İslam'ın ortaçağ Avrupasına getirdiği zenginlik ve derinliğin parlak bir örneği.
Adı Elhamra idi.
Elhamra belki de çoğu Batılı için
İslam mimarisinin en meşhur örneğiydi.
Ortaçağa ait Müslüman bir sarayın...
...nasıl olduğunu gösteren yaşayan en güzel örnektir.
Çöl yaşantısından gelen Hz. Muhammed'in ümmetine ne kadar uzak bir yer...
Avrupalıların yaşadığı diğer şehirlerden ne kadar da farklı bir şehir...
Hristiyan Avrupa, kuzeyde karanlık çağlarla mücadele ederken...
Fakat 11. yüzyıl başlarında, Kudüs'teki bir trajedi
Müslümanları ve Avrupa Hristiyanlarını çatışmaya sürükledi.
Kudüs, bir Mısır halifesi tarafından yönetiliyordu.
Al-Hakim adında rezil bir herif tarafından.
Ama 11. yüzyıl başında,
Tıbben konuşmak gerekirse, bugün onu bir deli olarak teşhis edebiliriz.
Son derece çılgın biri.
200 yıl boyunca Hristiyan Kudüsteki kutsal yerlerine
Müslüman liderler tarafından saygı duyuldu ve korunuldu.
1009 yılında, Mısırlı lider al-Hakim bu geleneği bozdu.
Hristiyan aleminin kutsal kilisesinin yok edilmesi emrini verdi.
Korkunç bir şekilde,
Kudüs'teki Kutsal Mezarlık'taki kiliseyi yaktırdı.
Kimse neden yaptığını tam olarak bilmiyordu,
ve sizin de kendi teorileriniz olabilir,
Ama gerçek olan,
bunun, Hristiyan Dünyasında
terör ve endişeye sebep olmasıdır.
Bir bakımdan,
al-Hakim bir istisna idi, Hristiyanlara şunu kanıtladı,
Hristiyanların yüzyıllardır söylediği gibi,
Müslümanlar, tahammülsüz, çılgın, esirci kafirlerdir,
uygar insanların kurallarına uymaları beklenemez.
Al-Hakim'in yerine geçen hükümdarın
Kutsal Mezarlık'taki kiliseyi tekrar inşa ettirmesi...
...Bizansın yardımıyla 1048'de yapıldı,
aradaki buzları eritmedi.
Kutsal Topraklar'daki işlerin yolunda gitmediği düşüncesi artık vardı.
Avrupa'daki Müslüman karşıtlığı
1095 yılında patlama noktasına ulaşmıştı.
Papa 2. Urban bu yılın çoğunu emrindeki derebeylerinden
kanlı bir seferberlik rica etmek için Fransa'da geçirdi
'Doğudaki din kardeşlerinizin topraklarındaki bu rezil ırkı yok etmek için acele edin'
diye buyurdu Papa.
'Kudüs, Dünya'nın merkezidir'
'Özgürlüğü için ağlıyor.'
'Onu, Hristiyanlar yönetmeli.'
Burada, papanın 1095 yılında oluşturduğu
haçlı ordusunun, Doğu'daki tehlike altında bulunan
kutsal toprakları kurtarma amacına hizmet etmek için
askeri güçler ile dinin birleşmesi,
ve bir araya gelmesi söz konusu.
Özellikle Kudus'ü.
1097'de, Suriye'deki Müslüman çobanlar, Kutsal Topraklar'a
yakında terör getirecek olan ilk görüntüyle karşılaştılar.
Haçlılar saldırdığında, şans eseri,
Arap İmparatorluğu taht ve hanedanlık kavgaları yüzünden
dağılmış olduğu için oldukça savunmasızdı.
Daha iyi bir zaman seçemezlerdi;
çünkü Müslüman Dünyası parçalanmış bir haldeydi.
Zamanın büyük hükümdarları, bağlanmış ve
gücü tükenmiş durumdaydı.
Batı'dan gelen Haçlı ordusu, beklenmedik bir düşmandı.
Kim böyle beklenmedik bir zamanda,
İslam Dünya'sını karşısına alıp düşman edinmek isterdi?
Bu tamamen emsalsiz bir şeydi. Büyük bir sürpriz olmuştu.
Müslümanlar onların kim olduğunu gerçekten bilmiyorlardı.
Alışılmış biçimde, sınırları taciz etmek için gelen
başka bir Bizans kuvveti olduğunu düşünmüşlerdi.
Batı Avrupa'dan gelen ve doğrudan Kudüs'e giden,
din fanatizminin doruğunda olan olağanüstü güç hakkında
hiçbir fikirleri yoktu.
Tarih sayfaları bu akıl almaz dehşeti yazar.
15 Temmuz 1099 biraz daha esrarlıdır.
Haçlıların Kudüs'e girdiği tarih.
Katliam korkunç olmuş olmalı.
Korku...
insanların kaçışması...
Dehşet verici bir şey olmalı.
Haçlılardan papaya giden bir mektup;
"Şehirdeki düşman mağluplara ne olduğunu bilmek isterseniz; biliniz ki,
"Adamlarımızın atları, dizlerine kadar Müslüman kanı içinde hareket ediyor.
Kudüs'ü gördüler ve neredeyse sevinçten uçtular.
Ve belki de bu yüzden,
şehrin kapılarından girerek şehri istila edip,
bir fanatizm yangını çıkardılar.
Ve bu korkunç katliam ve topluca kılıçtan geçirme
Hristiyanlık adına yapıldı.
Müslüman bakış açısıyla bu, Hristiyanlık adına bir kara lekeydi
ve haklıydılar da.
Şehirdeki Hristiyanlar bile mücadele etmediler.
Kutsal Kıyamet Kilisesi'nde,
ibadet eden çok sayıda insan katledildi.
Haçlılara göre onlar, yabancılardan başka birşey değildi.
Bu katliam, Hristiyan tarihinde de yazılıdır.
Hayatta kalabilen Müslümanlar, ölmüş olanları sürükleyerek
kocaman bir ceset yığını halinde bir araya getirdiler.
Böylesine bir putperest katliamını daha önce kimse görmemiş ve duymamıştı.
Cesetleri yakmak için yığdıkları odunlar piramit gibiydi.
Geldiklerinde, Müslüman dünyasını şok ettiler.
Çok fazla sayıda ağıtlar yakılmış
o dönemi anlatan.
Ve o dönemin Arap şairleri
acı ve terör duyguları hakkında konuşmaya başlamışlar.
Haçlılar ya da Arapların ifadesiyle Frenkler,
yerel halka sebep oldular... yaşlılar, genç kızlar...
evlerine kapandılar ve korkuyla titrediler.
Tüm bunların sebebi...
ülkelerinin tecavüze uğraması
ve... bu barbar imansızların
en gizli bölgelerine kadar girerek neden oldukları korkunç iffetsizliklerdi.
'Kanlarını, gözyaşlarıyla karıştırdık,
've içimizde merhamete, en küçük bir yer bile kalmadı...
'Gözyaşı akıtmak, erkeklerin en kötü silahıdır
'kılıçlar savaşı yönetirken,
"ve kanlar yayılırken,
"ve güzel kızlar, kendi topraklarında güzel yüzlerini utançtan saklamak zorunda kalırken..."
İlk Haçlı Seferi bitmişti.
Savaşı başlatan 100.000 kişiden çoğu
Müslüman yaşayışa bir göz atarak Avrupa'ya geri dönecekti.
Kudüs'ün işgal edilmesi ve ülkenin kuşatılması amacıyla,
20,000 kişi, süresiz olarak geride kaldı...
İşgallerini güvence altına almak için
bu davetsiz misafirler, Avrupa'da yaptıklarını yaptılar.
Kaleler inşa ettiler.
Haçlılar, Yakın Doğu'nun, o güne kadar gördüğü en güçlü kaleyi inşa ettiler.
Bunun kanıtı da, onların hala orada duruyor olmasıdır.
Eğer herşey, eskisi gibi olacak olursa,
Haçlı Kaleleri, onların varlıklarının şahitliğini yapacaktı...
ve Suriye'deki Crac des Chevaliers
bu kalelerin en büyüğüydü.
Çok ama çok büyük, güçlü ve aşılamazdı.
Bu, birçok Haçlı kalesinin
kuşatmayla alınamayacağının canlı bir örneğidir.
Onu, kilometrelerce uzaktan bile görebilirsiniz,
ve diğer kalelerin de, görsel bir açıdan ateş ve duman yoluyla
birbirleriyle iletişim kurduğunu.
Tüm donanıma sahip iyi bir Ortaçağ kalesiydi
mazgallı siperleriyle ve küçük kuleleriyle
kızgın yağları ve diğer maddeleri düşmanın üzerine boşaltmak için tasarlanmıştı.
Fakat kalenin içinde yaşamak, tam olarak nasıl birşeydi?
Pek eğlenceli olmasa gerek.
Bu tam bir korkuydu.
birilerinin mayın döşemesi, ya da tırmanması ya da merdiven dayamasına
karşı sürekli dışarıyı gözetlemeniz gerekir.
İnsanlar dışarıda, nüfus,ve yerli halk...
üstelik arkadaş canlısı da değillerdi.
Ve sürekli onların hareketlerini izlemeniz gerekli.
Bu dehşet verici bir durum.
Haçlılar, anlaşma yaptılar... ve bozdular.
Kalelerinin yanından geçen tüccarların canına okudular.
Yolcu kervanlarına baskınlar yaptılar,
Avrupa'da hiç duyulmamış, lüks yaşam biçimleri öğrendiler.
Maddi olarak, Orta Doğu'da ne buldularsa
saçıp savurdular,
ve birçoğunu da yanlarında götürdüler.
İşlemeli madeni eşyalar, kumaşlar, ipekler...
o güne kadar görmedikleri miktarda herşey... iyi yaşam.
Bu şeyleri Avrupa'ya götürdüler, bir kısmı da hatıra eşyaydı.
Aslında, Orta Doğu'da büyük bir endüstri gelişmişti,
Haçlıları geri getirecek.
Belki de bu batılı bir meyildi
Haçlıları dünya sahnesinde kararlı bir güç olarak görmek,
İslami kültür ve ticareti mahvetmek.
Gerçek şu ki,
Haçlı şövalyeleri, kalelerinde keyif sürerken,
İslam etkisini genişletiyor ve gelişmesine devam ediyordu.
Hz. Muhammad'in (S.A.V.) mesajı ilk günkü gibi temiz ve güçlüydü.
Allahu akbar!
Camiler artık her ufuktaydı.
Tüccarlara hoşgeldiniz diyorlardı.
İnsanlara ev, okul ve hastane sağlıyordu.
İslam mimarisi, edebiyatı ve müziği yoluyla
yankılanan kültür, eşsiz bir inancı yüceltiyordu.
İnanç, yeniden bir imparatorluk inşa etmişti.
Şimdi onu, kültür aydınlatıyordu.
Fakat onu tamamen birleştiren şey, ticaretti...
Müslümanlar için ticaret, bilim gibi, buluş getiriyordu.
Ticaret, devrimsel bir buluş ile sakk denilen çeki icat etmiş,
ve İspanya'da yazılan bir çekin
Hindistan'da nakde çevrilmesini mümkün kılmıştır.
Bir çeki yazarken, başka birinin onu nakde çevirebileceğini bilirsiniz.
Ve bir yerde paranız varsa
bir başka biri de diyebilir ki; "Başka bir yerde bunu kullanabilirim."
bu durum, bir tür Merkez Bankanızın olduğunu gösterir.
veya merkezi organizasyon yoluyla ihtiyacı olana borç para vermek gibi.
Bu sizin seyahat imkanlarınızı artırır.
Ticareti de özgür kılarak artırır, çünkü paranın hareket etmesi gerekmeyecektir.
Semerkant'dan Cordoba'ya, ve bir sonraki yıl da başka bir yere.
Tüm bunların temelinde güven ve inanç vardır.
Ve böylece Müslümanlar, Orta Çağın en büyük tüccarları oldular.
Aynı zamanda da en büyük zanaatçıları.
Müslüman demirciler, İranlılardan çeliğin nasıl büküldüğünü öğrendiler.
esneklik ve dayanıklılık kazandırmak için.
Toledo ve Şam'da üretilen kılıçların dünyada başka bir benzeri yoktu.
Fakat İslam'ın yayılmasında etkili iktisadi zenginliğin omurgası, tekstildi...
Müslüman dokuma tezgahlarında üretilen ürünlere talep, muazzamdı...
kaşmir, pamuk ve ipek...
Kumaş ve dokuma, basitçe ortaçağın petrol ve çelik endüstrisi idi.
Çünkü tekstilde, sadece bitkilerin büyümesini değil
aynı zamanda kumaşların, boyanmasını da düşünmeniz gerekir.
Boyalar da pahalıydı ve ithal ediliyordu.
Dokuma tezgahları için gerekli, tüm demirbaşlar ile renk sabitleştirici ilaçlara ve ekipmana ihtiyacınız vardı,
ve kumaşların da nakliyatı gerekliydi.
Böylece, toplu olarak, tekstildeki üretim ve taşıma endüstrisi
ekonominin dayanak noktası oldu.
Avrupalılar, yünlü ve kalitesiz keten giysiler giyinirken,
Müslümanlar, sırmalı ipek kumaşlar ve Şam kumaşı, organdi ve taftalar giyerek,
bu kelimelerin de İngilizce'ye Arapça ve Farsça'dan geçmesini sağlamışlardır.
İslam dünyasında üretilen bu kumaşlar, üretilmiş olan en iyi ve en kaliteli dokumalardı.
Ve bunlar sadece desensiz keten veya pamuklu dokuma değil
aynı zamanda, çok ama çok şık ipeklerdi,
altın'dan giysiler, altın ipliklerle işlemeli ipek giysiler ve kumaşlardı,
ve işlemeler, çok ama çok, karmaşık modellerdi.
Bu karmaşık modeller, zengin Avrupalıları çok imrendiriyordu.
ve tabiki Kiliseyi de.
Hristiyanlar, bir kumaş istedikleri zaman
bunu azizlere giydirerek resmederlerdi,
kumaşın kalitesi çok açıktı.
Müslüman bir dokuma tezgahı ararlardı.
Fakat bazen, kumaşlar karıştırılırdı
Kuran-ı Kerim'in, Arapça metinleriyle işlemeli ayetlerini içeren.
Bazen de Hz. Muhammed'in sözleri görünürdü,
şok edici bir yakınlıkla, Hristiyanlığın en kutsal ikonlarında.
Bir İtalyan Rönesans tablosunda Hz.Meryem'in çok şık modeller içeren
altın işlemelerle süslenmiş
veya altından modellerle dokunmuş
çok kaliteli ipekler giymiş bir şekilde resmedilmesi
alışılmadık bir şey değildi.
Bazen Arapça metinlerle yazılar içeren bu tablolarda
"Allah'tan başka tanrı yoktur ve Hz. Muhammed O'nun peygamberidir", yazardı.
Neredeyse 100 yıl süren aralıklı savaşlardan sonra,
Müslümanlar, Haçlılara karşı olan mücadelelerinde bir dönüm noktasına geldiler.
Bu mücadele, İslam'ın en meşhur figürlerinden birini getirdi.
O'nun adı Selahaddin idi.
Fakat batı, O'nu Saladin diye anacak ve önünde saygıyla eğilecekti...
Selahaddin hakkında bir şeyi kesinlikle hatırlamalıyız
O'nun inancında ve dünyasındaki
birçok insan başarılı olamazken O bunu başarmıştı...
O, sıradışı bir özelliğe sahipti.
Entellektüelliğinin ve fiziksel güçlülüğünün yanında,
şüphesiz ordudaki takipçileri için büyük bir ilham kaynağı olmuştur.
1187'de, Selahaddin 12,000 kişilik atlı süvarilerden oluşan bir ordu topladı,
ve Haçlıları Kudüs'un dışına çıkartacak bir planla yemledi.
Ve onları Hattin adı verilen iki tepenin ortasındaki düzlükte sıkıştırdı.
3 Temmuz akşamı, uzun bir yürüyüşten sonra,
Haçlılar, kıraç bir dağ eteğinde kamp kurdular.
Susuz bir araziden başka bir şey yoktu
ve Temmuz hakkında konuşuyorlardı.
Orta Doğu, inanılmaz sıcaklık ve susuzluk hakkında konuşuyorlardı.
Ve şafak sökerken, Selahaddin'in adamları uzun çimenleri ateşe verdiler,
ve güçlü bir rüzgar alevleri, Hristiyan kamp alanına taşıdı.
Ve çok kısa bir süre sonra kendilerini Müslüman bir taktikle çevrelenmiş buldular,
düşmanları tarafından,
ve pakinlediler.
"Alevler onları iyice bunalttı ve sıcaklık dayanılmaz bir hal aldı"
diye yazdı Selahaddin'in katibi.
"Üçlü inancın halkı, alev ateşlerinden tükenmişlerdi,
"susuzluk ateşi veya okların ateşi..."
Haçlı ordusu, önemli ölçüde yok olmuştu.
Ve Hattin Zaferi
Selahaddin için gerçek bir dönüm noktası oldu.
Bu şu demekti; bir sonraki yıl
artık Kudüs'ü geri alabilirdi.
3 ay sonra, Selahaddin Kudüs'e girdi.
Neredeyse yüzyıl boyunca ilk kez,
Kutsal Şehir'de ezan ve ibadete çağrı yeniden duyuldu.
Üstelik, göze çarpan,
Selahaddin, Hristiyanlardan ve kutsal mekanlarından intikam almadı.
Kutsal Kıyamet Kilisesi'nde, ayinler devam etti...
Ayrıca Selahaddin, isteyen Hristiyanların mallarıyla birlikte
şehri terk edebilecekleri hakkında hüküm verdi.
Kalmak isteyenler ise, serbestçe ibadetlerine devam edebilecekti.
Selahaddin'in ünü, batı Avrupaya ulaştığında
özellikle, Kudüs'ün fethinden sonra yaptıkları,
O, giderek tüm zamanların en meşhur Müslümanı oldu.
Selahaddin'in zaferi, Yakın Doğu'daki batılı isteklere son vermedi.
İlki gibi, diğer Haçlı Seferleri de gelecekti.
fakat daha geniş bir İslami kültür üzerinde pek başarılı olamayacaklardı.
Haçlılar kalelerinden, sahil şeritlerine kadar sürüldüler
ve Avrupa'ya geri döndüler,
geride kalan son birkaç kaleyi de terkederek...
Fakat geri dönen Haçlılar, İslami kültürle temaslarından dolayı
kendilerini değişmiş buldular.
Avrupalı yaşam üzerindeki etki, uzun süre çok derin olacaktı.
Burada buldukları maddi kültür onları çok şaşırtmıştı.
Ticaretin ve malların kalitesi
evlerindeki herşeyden çok yüksekti ve onları beraberinde getirdiler.
Mesela, çok fazla sayıda baharat çeşidi ile döndüler.
Biber, tarçın ve diğer doğulu baharatları ithal ettiler
çünkü damak tatları başka bir mutfakla tanışmıştı.
Orta Doğu'da sabunla tanıştıklarını,
ve bundan çok hoşlandıklarını biliyoruz
ve bu sayede sabun, daha sonra Avrupa'da da görülecekti.
Haçlı seferlerinden sonra,
Avrupalıların çoğu, Doğu'da ve dünyanın diğer bölgelerinde
neler olup bittiği hakkında
çok daha açık görüşlü oldular.
Basitçe, önceki gibi dar görüşlü değillerdi.
İnsanların çoğu "Orada ne var? Hadi araştıralım." demeye başladılar.
Yeni entellektüel düşünceler... "Acaba bu insanlar ne yazıyorlar?"
Böylece batıdaki insanlar yavaşça Arapca öğrenmeye başladılar.
Dildeki engeller aşılmaya başladıkça,
Müslüman şehirlerde doğan fikirler Avrupa'ya süzülerek girmeye başladı.,
ve batılı düşünme biçimini sonsuza dek değiştirdi.
Büyük İtalyan ilahiyatçısı Thomas Aquinas
Müslüman filozof İbn-i Rüşd'ün (Averroes) kitaplarını kullanarak
inanç ve akıl arasında net bir ayrımı ispat etmeye çalıştı,
tüm bilimsel araştırmaların temeli olan bu Müslüman düşünür
Avrupa Rönesansının kapılarını açmıştır.
Averroes (İbn-i Rüşd), Rafael'in klasik Rönesans dönemini anlatan Büyük Batılı Düşünürler tablosunda kendini gösterir...
İşte, Platon ve Aristo'nun yanıbaşında,
dünyanın, İslam'a minnettarlığının canlı bir hatırası olarak durmaktadır.
İslam medeniyetinin ufku
dünyanın hiçbir medeniyetinin
ulaşmayı başaramadığı
bir noktadaydı artık.
Aslında gezegenimizin parçalarını
daha önce kimsenin görmediği bir şekilde birleştirmişti.
Fakat İslam'ın bu altın çağı, sonuncusu değildi.
Haçlı seferlerinin sonrasında
Avrupaya, bilimin kıymetli hediyesini getirmesi ile,
İslam İmparatorluğu'nun en büyük şehirleri, Avrupanın toplam verebileceği zarardan
çok daha korkuncu ile tekrar yok olma tehlikesi yaşadılar.
Kütüphaneleri yerle bir edildi, zenginlikleri yağmalandı,
bu yıkımdan sonra ise, boş kalan şehirler tamamen sessizleşti.
bu kez bela Batıdan değil, Doğudan gelmişti...
Bilinen adıyla Moğol İstilası...
Moğollar, Orta Asya steplerinden gelen Türk-Moğol göçebelerdi.
13. yüzyılda, Avrasyanın çoğunu altüst etmişlerdi,
Çin'le Ukrayna arasındaki bölgede.
Bu dönem onların İslam dünyasına girmelerinden çok önce değildi.
Medeni, şehirli Müslümanlara göre, bu adamlar bir grup vahşi idiler.
Moğol ordusuna girdiğiniz zaman, üç atla gelirsiniz
ve atsız yaşarsınız.
Önce atların kanlarını içersiniz, sonra yeterince ileri gittiğiniz zaman
onları öldürür, keser ve etlerini yersiniz.
İşte bu yüzden bu kadar ileri gidip ve uzun yaşayabildiler.
Terör, Moğolların esas taktikleriydi.
Yerel İran liderlerinden biri aptalca bir şekilde
Moğolların gönderdiği özel temsilciyi öldürtür.
Böyle yaparak, Moğolların nefretini üzerine çeker,
ve bu olay bir sebep olur.
Moğollar, bu misilleme tekniğini bütün şehirleri yok etmek ve silmek için,
sıkça kullanırlardı.
Böylece, kafataslarından inanılmaz kuleler inşa eder,
tüm cesetleri örnek olsun diye yığın yaparlardı.
Ve sonra, çevredeki tüm şehirlere girerlerdi.
Şehirler birer birer düştü.
Çok kısa bir süre sonra, İslam gücünün merkezine ulaştılar.
10 Şubat 1258'de
Moğollar Bağdat'ı aldı.
Arap tarihçilere göre,
Moğollar Bağdat'da meşaleler yakıp 10,000 sivil insanı öldürdüler.
Camiler ve kütüphaneler, yüzyılların birikmiş bilgisi,
hepsi alevler içindeydi.
Yaklaşık 50 yıl kadar,
Moğollar, İslam İmparatorluğu'nun kalbini Araplardan aldılar.
İslam medeniyeti yok olma noktasına geldi...
bir neslini kaybetti.
Fakat sonra olağanüstü birşey oldu.
Moğolların yıkıcı bir güç olmaları konusundaki,
fikir birliğine karşın,
kişisel olarak, Batı Asya ve İslam dünyası üzerinde
çok olumlu etkilerinin de olduğu kanaatindeyim.
Muazzam bir dünyayı araladılar.
Tarihsel olarak, bizim için Moğollar hakkındaki en anlamlı şey,
onların daha sonra Müslüman olmasıdır.
Nihayetinde çoğu... İslam'a döndüler.
bunca yıkıcı etkilerinden sonra,
sanatın en büyük ustaları ve tüm İslam tarihinin en büyük habercileri oldular.
Dönüşüm ve sonuçları, inanılmazdı.
10 yılda, kafataslarından kuleler inşa eden Moğollar gitmiş,
yerine Allah'ı yücelten camiler inşa edenler gelmişti...
Fethedilen ülkenin, fethedenleri fethetmesi beni pek şaşırtmıyor.
Moğollar Müslüman oldular ya da fevkalade İslami liderler oldular.
Moğollar İslam'ı dönüştürdüler.
Şimdi İslamın bayrağını, başkaları devralacaktı.
sadece onu taşıyan Araplar değil.
Moğollar, muhteşem bir imparatorluğa giden kapıyı araladılar.
OSMANLI TÜRKLERİ'NİN İmparatorluğu.
Şimdi İslam hem doğuya hem de batıya doğru genişlemeye başlamıştı.
Türkler'in davul sesleri eşliğinde yürüyüşe geçmişti.
Osmanlı Türkleri, Aral Denizi'nin ötesinden
bozkırlardan gelmişlerdi.
Yüz yıllar boyunca, bugünkü Türkiye sınırları içerisinde
kendilerine yurt aradılar.
Müslüman Sultanlar, Moğol güçlerini def etmek için
ücretli askerler temin ettiler.
Ama Moğol istilasını takip eden karışıklık içinde,
Türkler kendi bölgelerinde belirmeye başladılar.
O sırada efsanevi bir savaşçı zuhur etti.
Onun adı, Osman Bey'di.
Osman'ın mucizevi rüyası söylenegelir;
Bir çok dalı olan esrarengiz bir ağaç onun güçlü nesline bir müjde verir.
Bir mucize ne kadar doğru ve ne kadar efsane olursa
o kadar güzel bir hikaye olur.
Ve mucizeler her zaman gerçeklerden daha kolay hazmedilir.
O'nun, ne kadar muhteşem bir hanedan kurduğunun ve üç kıtaya hükmedecek bir
hanedanlığın başlangıcı olduğunu fark ettiğini sanmıyorum.
Osman'ın takipçileri Osmanlılar olarak bilinir.
Kendilerini inanç savaşçısı olarak tanımlarlar, ya da Gaziler.
amaçları İslam'ı Dünyaya yaymaktı...
Gaziler, serbestçe dolaşarak
imparatorluğu genişletip
hem ideolojilerini hem de dinlerini fethettikleri yerlere yayarlardı.
Muhtemelen çok cesurlardı.
asla kendilerini düşünmezler veya tehlikeli bir durumda
gruplarına zarar gelmesine izin vermezlerdi.
İşte bu, Osmanlı İmparatorluğunu korkusuz yapan ve sınırları,
daha önce kimsenin ulaşamadığı yerlere kadar genişletmesini sağlayan şeydi.
Osmanlılar ilk dönemlerinden itibaren,
daima yönünü batıya döndü. İyi bir sebep için...
Doğuya ve güneye doğru genişlemeye çalışmadılar
çünkü oralarda diğer kardeşleri hüküm sürüyordu...
Türkmen emirleri, Müslümanlar.
Ve bir Müslüman, başka bir Müslüman'a karşı savaşamaz
denirdi o zamanlar.
Böylece genişleyebileceğiniz tek yer olarak
Hristiyan toprakları kalıyordu, batı yönü.
Osman'ın savaşçıları Anadolu bozkırları içinden kuzey batıya doğru hareket ettiler.
Bölgedeki en büyük Hristiyan güç olan,
yaşlı Bizans İmparatorluğu'na.
Osman zamanında,
1000 yıllık Bizans İmparatorluğu, Avrasya'da izole edilmiş bir mevkiye çekilerek
son zamanlarını yaşıyordu.
Zaten Haçlılar, Kudüs yolu üzerindeki bölgelere büyük hasar vermişlerdi.
Başkenti yağmalayarak
Bizans İmparatorluğu'nun gururunu, küçük bir kabile
seviyesine düşürmüşlerdi.
Osmanlılar vakit kaybetmeden bölünmüş Bizans muhaliflerinin üzerine yürüdü.
Kuzey batı Anadolu'da tek hakimiyet haline geldiler.
1326 yılında Osmanlılar güçlü bir Bizans şehri olan Bursa'yı
karakterlerini sonsuza dek değiştirecek bir zaferle ele geçirdiler.
Bursa'nın en önemli özelliği,
Osman ve onun soyundan gelenler için
yerleşik bir devlet kurmaya olanak sağlaması olmuştur.
Bozkırların göçebeleri, bir imparatorluk kurmaya karar vermişti.
Şahit olduğumuz bu muazzam demografik olay,
göçebe olarak yaşayan halkın
yerleşik hayata geçmesidir.
Osmanlılar Bursa'yı aldıklarında ve burayı başkentleri yaptıklarında,
kendilerini yerleşik hayata geçirirken
Müslüman uygarlığı olarak doğru standartları bulma konusunda
endişeliydiler.
Uygarlık, teşkilatlanma anlamına geliyordu
ve Osmanlılar kontrolleri altındaki geniş toprakların yönetimini düzene koydular.
Bizanslı satıcılar şehri terkedince yeni imparatorluklarını organize etmeye başladılar.
İlk ve en önemlisi, vergilendirme ve kayıt altına alma.
Bürokrasi kelimesi, o anlamını kaybedene kadar 'asalet' de demekti.
Bu herhangi bir savaş kutlaması kadar tutkulu ve büyük bir gelişmeydi.
Osmanlıların,
geçtikleri topraklardaki kültürleri sentezledikleri bilinir.
Orada yaşayan insanların,
yaşam ve inanç tarzlarına uygun olarak
onların seçtiği yollarla binalar yaptıkları bilinir.
Gerçekte, Osmanlılar Hristiyanlarla zıtlaşmaktan telaş duyuyorlardı,
kendi inançlarını yaşıyorlardı...
Müslüman muhalifler, Osmanlılara meydan okumaya niyetlenmişti.
Bir bürokratın ya da şimdi bizim dediğimiz gibi, Osmanlılar yönetim sorunu ile karşı karşıyaydı.
Etrafları, bir çok küçük Müslüman rakip krallık ile çevriliydi.
Osmanlılar tarafından fethedilmişti ama geçmişten gelen kinleri vardı.
Ve kendi hanedanları adına hak iddia ediyorlardı.
Bütün bu Müslüman ailelerin,
büyümesi ve isyan çıkarması endişe duyulan bir konuydu.
Orduyu böyle düşünen insanlardan kurma fikrinin
tedbirsizlik olacağını hissettiler.
Böylece, hiçbir rakip aile ile bağlantısı olmayan
çocuklar aramaya başladılar.
Balkanlara gittiler
ve öncelikle Hristiyan çocukları topladılar.
Bu uygulamaya 'devşirme' denir.
Gençler teknik olarak Sultan'ın köleleriydi.
Ama onlar köle gibi muamele görmüyorlardı.
Önce, Müslüman inancına göre eğitiliyorlardı.
Abdest almayı, ibadet etmeyi
Arapça ve Osmanlıca dillerini öğreniyorlardı.
Bu hizmet hem politik hem de dini amaçlarla yapılıyordu.
Devşirme sistemi sayesinde Osmanlılar,
ailevi ya da milliyete dayanabilecek bir çatışmanın olmadığı bir sınıf yarattılar.
Bu çocuklar çok büyük geleceklere sahiptiler. Hatta öyle ki;
Türk ve çoğu Müslüman aileler bile, çocuklarının Hristiyan olduğunu beyan ederek
Devşirme sistemine kayıt yaptırıyorlardı...
Bu çocuklara olabilecek en iyi, hatta o zamanın Dünya'sındaki en iyi
eğitim veriliyordu.
Daha sonra ise bu çocuklar
imparatorluktaki en yüksek mevkilere gelebilmeye muktedir oluyorladır.
Saray okullarına giden bu akıllı çocuklar
vezirlik veya yönetimin farklı derecelerinde mezun oluyorlardı.
Hatta vezir-i azam oluyorlardı.
Güçlü olanları Yeniçeri ordusuna katılıyordu.
Yeniçeriler, sultanın seçkin piyadeleriydi.
Bu ordu, yüz yıllarca askeriyenin standartlarını belirledi.
Savaş makinesi olarak eğitilen bu askerler çok güçlüydü,
ölmekten korkmuyorlardı, tamamen korkusuzdular.
Ve tek arzuları sultana hizmet etmekti.
İlk defa bir ordu üniforma giyiyordu
ve savaş alanına askeri bando eşliğinde gidiyordu.
Yeniçeriler, batı dünyasının en çok korku duyduğu bölüktü.
Yeni İslam İmparatorluğu'nun bu gücünün,
bitmek bilmeyen bir fetih arzusu vardı...
15. yüzyılın ortalarında
Osmanlı İmparatorluğu, Anadolu olarak bilinen bugünkü Türkiye topraklarından,
Balkanların derinliklerine kadar yayılmışlardı.
Kritik bir yer hariç.
Asya'ya giden tüm yollara hakim olan
ve Batı Avrupa'nın en uzak köşelerine uzanan
hakimiyet alanlarının tam ortasında tüm azametiyle duran
İstanbul şehri Osmanlı Sultanlarını kızdırıyordu.
Tüm Dünya'daki en güçlü, en zengin ve en çekici şehir olan
başkent İstanbul,
ölmekte olan ama henüz tükenmemiş Bizans'ın elindeydi.
Osmanlılar için,
İstanbul'un stratejik ve ekonomik olarak büyük önemi vardı.
Sembolik değeri ise hepsinden önemliydi.
Bu şehir, başka hiçbir şehir gibi değildi.
bu alanı yönetmek istiyorsanız kesinlikle bu şehirden yönetmelisiniz.
İstanbul'un Müslümanlar tarafından yönetileceği
Hz. Muhammed tarafından müjdelenmişti.
Osman'dan başlayarak her Osmanlı yöneticisi bu şehri ele geçirmek istedi
ama o devamlı sağlam bir şekilde Hristiyanların elindeydi.
Sonra, fetih tutkusu inkar edilemeyecek
bir Sultan başa geçti.
Tarih onu onurlandırdı; Fatih Sultan Mehmet.
Saltanatı başladığında yalnızca 12 yaşındaydı
ama zaten Osmanlı politikasında deneyimli bir kişiydi.
Güç karşısında tehdit olan her şeyi yok etmek için
üvey kardeşini boğdurtmalıydı.
İmparatorluk, daima her şeyden önemlidir, aileden bile.
İmparatorluğun bölünmesini engellemek için,
ki bu daha önceki Türk devletlerinde ve İslam dünyasında vuku bulmuştur,
genç bir adam babasının ölümünden sonra sultan olduğu zaman
diğer bütün kardeşleri yok etmek zorundadır.
Bu, imparatorluğun parçalanmasını engellemiştir.
Acımasızca olabilir, ama Osmanlılarda işe yaramıştı.
15. yüzyılın ortalarında şehir, eski günleri aratan bir görüntüdeydi.
Nüfus 400.000'den 50.000'e düşmüştü.
Ama hâlâ bir kuşatma ordusu için muazzam zorluklar içeriyordu.
İstanbul'un 3 tarafı sularla çevrilmişti,
ve büyük surlarla korunuyordu.
3 katmanlı, 30 metre yüksekliğinde ve 10 metre genişliğinde duvarlarla çevrelenmişti.
Ve neredeyse bin yıldır ayaktaydı.
Ama Mehmet'in bu duvarlara bir cevabı vardı.
Osmanlıların askeri üstünlüğü,
barutu muhtelif yerlerde ve gelişmiş bir şekilde kullanabilmesinden geliyordu.
Fatih Sultan Mehmet komutasındaki 1453'teki İstanbul kuşatması
daha önce görülmemiş devasa topların
ilk defa kullanılmasına sahne olmuştur.
Mehmet'in bu konuda özel emirleri vardı.
Önceki toplar, metalden yapılmış kasnaklarla bir araya getirilirdi.
Yanan taştan meydana gelen mermiler mancınıktan biraz daha güçlüydü.
Yeni üretilen bir top som bronzdan yapılmış
bir top mermisini
yeterli miktarda barut yardımıyla şaşırtıcı bir güçle fırlatabilirdi.
Ama Mehmet tüm umutlarını toplara bağlamamıştı.
35 metre genişliğindeki Boğaz
şehri tümüyle Karadeniz'e bağlıyordu.
Burayı kapatabilirse İstanbul onun merhametine kalacaktı.
Mehmet geçiti kapamak için stratejik bir noktaya
hisar inşa etme gereği duydu.
Bunu şehrin muazzam duvarlarının hemen gölgesine inşa etti.
Yedi kuleden oluşan ve Rumeli Hisarı adı verilen bu hisarı inşa etmek
dört aydan kısa sürdü.
Hisar'ın yapımında Mehmet'in de taş taşıdığı söylenir.
Hisar'ın yapımı bittikten sonra,
Boğaziçi artık O'nun ellerindeydi.
Mehmet'in Dur! emrine karşı gelen ilk gemi batırıldı,
geminin tayfası esir alındı ve kaptanı duvarın kalesine asıldı.
Mehmet'in gemilerinin Haliç'e girmesini önlemek için,
Bizans, çelikten bir zincir halatıyla geçiti kapatmıştı.
Kuşatılmış şehir 22 Nisan 1453 sabahı dehşetle uyandı.
Mehmet'in 70 adet gemisi yağlanmış kızaklarla karadan kaydırılarak
Haliç'e inmiş, çelik zinciri aşarak sessizce denizde yüzmekteydi.
100,000'den fazla Osmanlı askeri,
Artık Constantinople'un duvarlarının arkasındaydı.
Tarihin o güne kadar duymuş olduğu en büyük bombardıman başlamıştı.
Neredeyse 1 ay boyunca
şehrin 7000 Hristiyan müdafacısı aralıksız ateş altında kaldı.
Umutsuzca bekleyen Bizanslılar
Avrupada'ki Hristiyanlara yardım çağrısında bulundular.
Fakat pek tabiki, 15.yüzyıl Avrupası tümüyle
doğudaki bu yükselen Türk tehdidine karşı bir uyum ve ittifaktan yoksundu.
O dönem Avrupasında ki krallar
kendi aralarındaki askeri ve siyasi sorunlarla meşguldular.
Constantinople, savunmasını yalnız yapmak zorundaydı.
29 Mayıs 1453'te Türk ordusu
şehrin surlarında gedik açmayı başardı.
Birkaç saat içinde Constantinople, artık Osmanlılar'ın ellerindeydi.
Mehmet şehre girdi
ve doğruca en büyük ödül olan,
muhteşem kilise Ayasofya'ya doğru ilerledi.
İmparator Justinian tarafından 6.yüzyıl'da yaptırılan
kilisenin adı Kutsal Bilgelik anlamına gelmekteydi.
Dünyadaki en geniş kapalı alana sahipti.
Şüphesiz gerek diğer Müslüman gruplar gerekse Osmanlılar,
birçok kilise görmüşlerdi... daha önceleri de kiliselerle karşılaşmıştılar.
Fakat ne onlar ne de başkaları...
o güne kadar Ayasofya gibisini görmemiştiler.
Hagia Sophia, ya da Türkçe'deki söyleniş biçimiyle; Ayasofya,
dünyanın sayılı mimari mucizelerinden ve harikalarından biridir.
Tarihteki en geniş ve en yüksek kubbeye sahiptir
ve muhteşem altın ve mozaiklerle süslenmiştir...
ve kubbesi inanılmazdır.
Mehmet için bu büyük bir ödüldü.
Artık kilisenin içinde bir Türk sesi yükseliyordu,
ve İslam'ın ilk sözleri yankılanmaya paşlıyordu...
"Allahtan başka ilah yoktur. Hz. Muhammed Allah'ın elçisidir."
Hristiyan aleminin en büyük kilisesi artık bir cami idi.
Ayasofya, tüm Osmanlı kubbeli camileri için bir ilham kaynağı olmuştur.
Fakat hiçbiri, alan ve genişlik bakımından ona ulaşamamıştır.
Ve o artık Fatih Sultan Mehmet'indir.
Fatih'in bu zafer haberleri tüm dünyada şok etkisi yapmıştır.
Avrupalılar için, bu tam bir felaketti.
Ayrıca Constantinople, herşeyden öte; yeni Roma'ydı.
Constantine'in başkenti,
ve Hristiyan egemenliğin doğudaki sembolüydü.
Osmanlı hükümdarları, kendileri için birçok ünvanlar taşımaktaydılar.
Han, Türkçe'de 'İmparator'dur...
Şahişah, Farsça'da 'kralların kralı'dır...
ve Sultan, Arapça'da 'Hükümdar'dır...
Fakat şimdi, tüm Bizans İmparatorluğu'nu kontrol altına alarak,
Mehmet ve varisleri artık, yeni bir ünvan daha kazandılar...
Kutsal Roma İmparatoru.
Osmanlılar, batının kapılarına dayanmıştılar
ve nihai hedeflerine
artık iyice yaklaşmıştılar.
tüm Avrupa'nın fethi...
Bu arayış, tüm zamanların en efsanevi Sultanını getirecekti...
O, hicri takvime göre, 10.yüzyıl başlarında doğmuştu.
ve Osman Gazi'den sonra gelen 10. Sultandı.
O, büyüklüğü kaderiyle beklenen bir çocuktu.
Dönemin ifadesiyle
O Sahip Kıran, 'evrensel hükümdar'dı,
bu hükümdarın hayırlı bir şekilde geleceği önceden tahmin bile edilmişti.
kimliği, astrolojik olarak da teyit edilmişti.
O'nun adı Süleyman'dı, Hz.Süleyman'dan sonra,
Kitab-ı Mukaddes'in bilge kralı.
Osmanlı İmparatorluğu, zirve noktasına Süleyman döneminde ulaşacaktı.
Süleyman, son derece iyi eğitim almıştı.
Doğduğu günden beri
saltanat için eğitilmişti.
Genç bir şehzade iken,
kurduğu ilişkiler ve dostluklar hayatı boyunca hem kendi üzerinde,
hem de imparatorluk üstünde muazzam etkiler bırakacaktı.
Genç bir şehzade iken,
bir devşirme ile büyük bir arkadaşlık kurdu,
Yunan asıllı olan bu devşirme İbrahim adını almıştı.
Yaşça birbirlerine çok yakındılar
hem kişisel olarak hem de...
entellektüel açıdan yakınlaşıp,
birlikte eğitim almışlar büyük bir dostluk kurmuşlardı.
Ve gelenek gereği,
babasının ölümünden sonra tahta oturan Süleyman,
dostu İbrahim'i de kendisiyle birlikte İstanbul'a getirmişti.
Süleyman tahta oturduğunda 26 yaşındaydı,
ve ipleri eline alır almaz,
dünyada iz bırakmaya karar vermişti...
Rüşdünü isbat etmesinin yolu savaş alanından geçiyordu.
Her yeni gelen Sultan'dan, imparatorluk topraklarını genişletmesi beklenirdi.
Osmanlılar artık, Kürdistan'ı, Mısır'ı
ve İslam'ın en kutsal şehirleri olan,
Mekke ve Medine'yi kontrol ediyorlardı.
Süleyman bakışlarını Belgrad'a ve Macaristan'a çevirmişti.
Belgrad, Avrupa için bir atlama taşıydı.
O, Osmanlı hanedanının zirvesiydi.
ve yapması gereken kesin görevleri vardı.
Bunlardan biri de Fetih'di.
Ve bu görevi de Osmanlı tahtına oturduktan,
bir yıl sonra yapacaktı,
Belgrad'a yürüyüp, orayı da fethetmek.
Belgrad, stratejik olarak çok önemliydi.
çünkü ordu, oradan kolayca daha da batıya yürüyebilirdi.
Bir yıl sonra ise tutkuları, O'nun yönünü Rodos adasına çevirdi.
Bu küçücük ada, Osmanlı denizlerinde sorun çıkaran bir Hristiyanlık
ileri karakolu gibiydi.
Üstelik Müslüman ticaret gemilerine saldırarak korsanlık yapıyorlardı.
50.000 müdafacısı ile, dünyanın da en güçlü kalelerine sahiptiler.
Süleyman büyük toplarla kaleyi dövmek yerine başka bir taktik geliştirdi...
O güne kadar pek kullanılmayan yeni bir taktik.
Osmanlılar, barutu geliştirerek
ve yeni şavaş teknikleri kullanarak
askeri ilerlemenin önünü açtılar.
Osmanlı lağımcıları, kalenin temellerinde 50 küsür tünel kazarak
mayınlama yaptılar.
Bu tehlikeli işi,
Balkanlardan alınan Hristiyan fedailere yaptırdılar.
Patlamalardan 6 saat sonra Osmanlı saldırıları gerçekleşti.
Fakat Türkler önce yenildiler.
Sonra 145 günlük bir kuşatmanın ardından,
Bitkin düşmüş Hristiyan müdafaacılar barış teklifinde bulundu.
Osmanlılar kazanmıştı.
Bu zafer, Osmanlılara Rodos'tan daha fazlasını katmıştı.
Süleyman artık ciddiye alınması gereken bir sultandı.
O'nun fetih yürüyüşleri başlamıştı.
Avrupa artık, Süleyman adını duymaktan korkmya başlamıştı.
Fakat kendi sınırları içinde, O'nun başka bir ünü daha vardı.
İslam Tarihi O'nu, Kanuni, Kanun Koyucu olarak anacaktır.
Osmanlılar, gerçekten de...
kelimenin tam anlamıyla, bürokrattırlar.
en küçük bir detayı bile kaydederler,
farklı milletlerden oluşan toplumu kontrol etmek yerine,
Osmanlı dünyasına katılan kimseleri,
çok dikkatli bir şekilde, yasal sistemlere göre sınıflandırırlardı.
Sultan Süleyman döneminde, tüm imparatorluk geneline hakim olacak tek bir yasal sistem yürürlüğe girdi.
O'nun kanunları, daha sonraları birçok farklı uluslar ve devletler için anayasalarının temelleri oldu.
Süleyman, çağının en üstün tek mutlak hükümdarıydı.
O, dünyanın merkeziydi.
Osmanlı mimarisinde, klasik dönemi başlattı,
dünyanın, o güne kadar görmüş olduğu
en muhteşem yapıtları yaptırdı.
Süleyman, zenginliğin ve ve bu birleşmenin temelindeki
tek isimdi...
ve dikkatini muazzam olacak bir mimarinin daha da gelişmesine odakladı
ayrıca bu, bu hem kendisinin hem de hanedanının anısına olacaktı..
Büyük bir dini mimari
gerçekten de insanlara, inancın kalbinde ne olduğunu hissettirebilirdi.
İnsanlar, Allah hakkında düşünürken,
akıllarına görkem ve ihtişam gelir.
Görkemli ve ihtişamlı bir yapı ise
direkt olarak insanlara Allah'ın büyüklüğünü hatırlatır.
Süleyman'ın baş mimarı, Sinan
vizyonuyla, harika bir şekilde imparatorluğun mimarisini inşa etti.
Sinan, kusursuz bir tarzla İslam mimarisine imza attı...
'Kubbeli Cami'.
Kariyeri boyunca 50 yıllık bir sürede, 300'den fazla yapı inşa etti...
Bunların içersinde, İslam'ın olağanüstü güzellikteki yapısının restorasyonu da dahildir.
Kudüs'deki Kubbetu's Sahra.
Sultan için, şüphesiz İstanbul'daki başyapıtı
Süleymaniye Cami'sini yaptırmıştır.
Gerçekten de Sinan için, büyük usta demek uygun düşmektedir...
Bu binalar, korkunç derecede pahalı yapılardır.
bu kadar büyük şeyleri yapmak yıllar, yıllar alır.
Ayrıca büyük bir mimari yetenek, yüksek bir mühendislik bilgisi ve
mühendislik tecrübesi gerektirir.
Süleymaniye gibi bir camiyi bitirmekle,
şunu söylemiş olabilirler, "Evet, güç de bende para da."
"Ben Sultan'ım, Ben, Kralların Kralıyım.
Fakat bu binalarda ayrıca muazzam manevi ve dini değerler de vardı.
Sadece imparatorluğun değil, inancın da simgeleri idi bunlar.
Hz. Muhammed'in öğretilerinde,
Büyük Camiler, sosyal hizmetlerin merkeziydi.
İçinde hastanenin, okulun ve kütüphanenin mevcut olduğu.
Ve cami törenle açılırken,
denir ki; Süleyman huşu ve şaşkınlık içersinde bakarak,
"Oo Süleyman, kendini aştın!"
Süleyman'ın köşkü de, daha az etkileyici değildi.
Topkapı Sarayı, hem devletin yönetim merkeziydi, hem de ikamet ettiği yerdi.
Süleyman, ayrıca bir sanat aşığıydı.
Ve imparatorluk çok zengin olduktan itibaren, en iyi sanatçılar da oradaydı.
Böylece herşey gelişmeye başlamıştı.
O'nun döneminin mimarisi, ya da sanatları
Osmanlı dünyasının, ilk altın çağını gösterir.
O'nun sarayındaki herşey enfes bir güzelliğe sahiptir.
Süleyman ayrıca bir kuyumcuydu.
Osmanlılar, her padişahın gerçek bir mesleğinin olması gerektiğine inanırdı.
sadece bir padişah olmak pek dikkate alınmazdı.
pratik veya somut bir meslek sahibi olmak gerekirdi.
Ve O'da çok talepkar biriydi,
yaptığı işlerin bile heyet tarafından incelenmesini isterdi.
Ve sanıyorum ki saray için çalışan her sanatçı grup veya her kurum,
Sultan'ı memnun etmek için birbirleriyle yarışırdı
Çünkü O'nu memnun etmenin harika ödülleri olurdu.
Osmanlılar şüphesiz, Avrupalıların hayal gücü üzerinde
birçok etki bırakmışlardır.
gerek hanedana, gerek politikaya dair Osmanlıların merasimleri ve görkemlerine
karşın mütevazilikleri
onları tanıyan, herhangi bir dünya vatandaşını bile etkilemiştir.
Dünyanın en büyük imparatorluklarından birini kurmuş olmaları,
Avrupalı gözlemcilerin, kayıtsız kalamayıp
Osmanlılara, derin bir saygı duymalarını sağlamıştır.
Süleyman, halk içindeyken etrafındaki herkes, tümüyle sessizdir.
Bir isteği olursa, başını veya elini hafifçe hareket ettirerek işaret ederdi.
Bu durum muazzam derecede etkileyici bir görüntü olsa gerek.
Sarayın avlusunda, 6000 ya da 7000
yeniçeriyi ya da diğer birlikleri,
tek bir ses bile çıkarmadan görmek.
Burada olan şey, bir hakimiyetin görünümüydü.
bu kadar gizemli, bu kadar ulaşılabilir
ve neredeyse bu kadar tanrısal bir görüntü...
Süleyman'ın gücü arttıkça,
O'nun çocukluk arkadaşı İbrahim de, sarayda yükseldi.
Ve İbrahim Paşa, ki daha sonra bir paşa olup,
O'nun en sadık Vezir'i oldu.
Ayrıca İbrahim, O'nun kızkardeşiyle de evlenmişti.
Böylece sadece iki iyi dost değil, aynı zamanda akraba da olmuşlardı.
İbrahim, kendi ordusuyla büyük başarılar kazanıp tutkuları ile aynı zamanda,
Süleyman'dan sonraki ikinci güç konumuna gelmişti.
Fakat güç ve tutku konusunda,
Padişah'ın haremindeki gizli dünyasının bir eşi daha yoktu.
Klişeleşmiş batılı bakış açısının aksine, Harem, Sultan'ın oyun bahçesi değildi...
Fakat hanedan gücünün tam da merkeziydi.
Harem, Padişah'ın özel eviydi.
Bizler Harem'i, daha çok kadınların yaşadığı yer olarak düşünürüz.
Fakat sergilemediğiniz yeriniz neresidir?
Evinizdir tabiki...
İslam Sultan'a dörde kadar kadınla evlenmeye izin vermiştir.
Bu varis üretmek için kurulmuş bir sistemdir... Nasılsa öyledir.
Tüm olan bitenleri, bütün detayları ve sonuçları ile incelediğiniz zaman,
erotik birşeyler bulmanız neredeyse imkansızdır.
Yani, Sultan'ın eş seçme konusunda
çok fazla seçeneği yoktu...
Sultan etrafına bakınıp da; "O'nu istiyorum" felan diyemezdi
çünkü bu konuda, annesinin söyleyecek daha çok şeyi vardı.
Süleyman'ın, ilk eşinden Mustafa isminde bir şehzadesi vardı.
Fakat O, henüz 30'lu yaşlarındayken
Sultan Süleyman, Hürrem isminde Slav asıllı bir kıza derin bir şekilde aşık oldu...
Batıda, biz O'nu farklı bir isimle biliyoruz...
Roxelana.
Roxelana, Mustafa'ya rakip olacak bir şehzade doğuracak,
ve Süleyman'ın en güvendiği eşi olacaktı.
Sultan, aslında her türlü uygunsuz etkilerden korunurdu.
Özellikle de muhtemel çıkabilecek rakiplerden.
Ve bir şekilde bu durum, O'nun çevresinde bir boşluk yarattı.
Bu boşluğa da sadece harem hayatı girebildi.
Gerçekten o kadar korunmuştu ki,
garip bir şekilde, işlerden arta kalan zamanında, korunmasız kalabileceği tek yer
bir hayli zaman geçirdiği haremiydi.
Ve orada son derece zeki ve tutkulu kadınlar bulunmaktaydı.
Roxelana, onların en meşhuruydu.
Süleyman, karışık bir karakterdir...
özel hayatında, son derece duyarlı bir insan
dostluklarında ve özellikle de...
hayatının büyük aşkı, Hürrem Sultan'a
ve tabiki ailesine karşı.
Aynı zamanda son derece yetenekli oğullara da sahipti.
Süleyman, ilk oğlu Mustafa'yı saltanat için yetiştirmişti.
Osmanlı geleneğinde, genç şehzade orduya katılır
ve hızlıca, yetenekli bir komutan haline gelirdi.
Mustafa açık bir şekilde tahta adaydı.
Süleyman için, imparatorluğun geleceği sınırsız görünüyordu.
"Ben, ALLAH'ın KÖLESİ ve bu DÜNYANIN EFENDİSİ'yim"
Süleyman fethettiği bir kaleye bu sözleri kazıtacaktı.
"Ben, Süleyman
"adı, Mekke ve Medine hutbelerinde anılan.
"Bağdat'ta, Şah'ım.
"Bizans'ın Sezar'ı
"ve Mısır'ın, Sultan'ıyım."
O, şüphesiz, gücünün zirvesindeydi,
ve çok net bir şekilde, tüm rakiplerini gölgede bırakıyordu.
Belki de haklıydı.
Süleyman'ın, en büyük düşmanlarında biri doğudaydı,
Safevi İmparatorluğu.
Bu Müslüman bir düşmandı,
İnanç ve itikadlarındaki farklılık onları, Osmanlıların yüzyıllardır düşmanı yapmıştı.
Safeviler de etnik köken olarak Türk asıllıydılar.
ve aslında gündelik hayatlarında da Türkçe konuşuyorlardı.
Fakat Osmanlılar batıya doğru genişlemeye çalışırken onlar,
Müslüman dünyasına doğru genişleme eğilimindeydiler.
Böylece onlar, Osmanlılar için doğu sınırı olmuşlardı,
Osmanlıların doğudaki en uzak sınırı.
Safevi hanedanı, Sünni Osmanlıların aksine Şii Müslümanlarıydılar.
Şiilere göre,
bir lider, ataları tarafından tayin olunmalı
Hz. Muhammed'in soyundan gelmeliydi.
Sünni bakış açısına göre ise, böyle bir zorunluluk yoktu
ve bir kimse, doğrudan Hz. Muhammed'in soyundan olmasa da
bir topluluğun lideri olabilirdi.
Bu meydan okuma, Şii-Sünni çatışmasının temeli olmuş,
ve bugüne kadar da, tüm İslam dünyasını ikiye ayırmıştır.
Ve bence Osmanlılar,
Safeviler kendilerini Şii olarak tanımlamadan önce
ne kadar Sünni olup olmadıklarını oturup düşünmüyorlardı.
Böylece Safeviler, Osmanlılara karşı rakip bir ideoloji geliştirdiler,
ki burum daha sonra savaş sebebi oldu
savaşlar zaten neyin kavgasıdır ki.
Toprak kavgası, zenginlik kavgası, bölge, prestij...
Ve Safeviler Doğu Anadolu'da, bir ideoloji savaşını sürdürdüler,
ki Osmanlıların, en tedirgin oldukları konu bu olmuştur..
Bölgenin fethedilmesi güç, kontrolü ise çok zordu.
Safevi ordusu da kuvvetliydi.
fakat onlar daha çok, Osmanlıların kültürel rakibiydi.
Onlar, sanatın büyük ustalarıydı.
Bence biz onları, büyük fetihlerinden kanunlarından, sistem ve yönetimlerinden
daha ziyade, sanattaki ustalıklarından biliyoruz.
Ve İsfahan'a baktığınız zaman, dünyanın en güzel şehrini görürsünüz,
ve o bir Safevi şehridir, Safevi başkenti.
fakat onda, Osmanlı'nın ya da Osmanlı başkentinin
gücünü hissedemezsiniz.
Bu farklı bir güçtür.
Daha dokunaklı, belki de,
merasim alanında ve dekorasyonlarında daha zarif.
Bu tümüyle İslam'ın farklı bir çehresidir.
Şah'ın süzülen saraylarında,
Süleyman'a ve hanedanına karşı ölümcül entrikalar hazırlanacak
ve O'nu can evinden vuracaktı.
Fakat Süleyman'ın gözleri batıdadır,
bölünmüş ve savunmasız bir Avrupa O'nun fethini beklemektedir.
Osmanlı İmparatorluğu, Mısır'dan Kürdistan'a kadar heryeri kapsamıştı
Macaristan'ı bile almıştı.
Fakat O'nun tutkuları buranın da ötesindeydi
ve kontrolü altında olmayan dünyanın kalan bölgelerinden
daha fazla yerler almak arzusundaydı.
Süleyman'ın bir sonraki durağı Viyana olacaktı.
Onun fethiyle hem Avrupa Habsburg İmp.luğu'nun kalbine bir bıçak sokacak
hem de batıya giden yolu açmış olacaktı.
Fakat ordu Viyana önlerine geldiğinde,
hava koşulları onların aleyhine döndü.
Osmanlıları zaferden zafere koşturan o ağır büyük toplar,
çamura saplanmıştı.
Süleyman onlarsız devam etmek zorundaydı.
Osmanlılar, sadece hafif toplarla, savunmasız şehri kuşatabildi.
Fakat açılan en küçük gedik bile şiddetli bir şekilde savunuldu.
Uzun süren bir kuşatmadan sonra, hızla yaklaşan kışın da etkisiyle,
Süleyman güçlerini geri çekti.
Fazla umursamıyordu. Kısa bir süre sonra geri döneceğinden emindi.
Fakat asla dönemedi...
Süleyman'ın Viyana'yı alamaması Avrupa için dönüm noktasıydı.
Bu ilk büyük yenilgiydi çook uzun bir zamandan sonra.
Avrupalılar hep kaybediyordu, kaybediyordu ve kaybediyordu,
ve bu olay Avrupa'da, yeni bir günün doğması demekti.
Fakat Süleyman, Avrupa'dan fazla korkmuyordu.
Müslüman düşman Safeviler, ve kendi ailesi,
Sultan'a dünyanın en zalim acılarını yaşatacaktı,
ve tabi ki İmparatorluğa da.
Süleyman, 16. yüzyılın bilge kralı ve kanun koyucusu,
aynı zamanda da çok trajik bir figürüdür.
Sultan'ın güçle dolu dünyasında,
entrikalar hiç bitmedi.
Topkapı Sarayı'nın tasarımında,
kadınlara yer yoktu.
Kadınlar Eski Saray'da yaşardı.
Fakat Hürrem de kadınlarının çoğu gibi kocası hakkında şikayet ediyordu,
Saray'ın dışında, günlerce hatta aylarca mücadele ediyordu.
Sürekli çok yalnız hissettiğini ve çocukların SUltanı özlediğini söylüyordu.
Ve sürpriz bir şekilde, Eski Saray'da bir yangın çıktı
hem de Hürrem'in bölümünde.
Ve O da geçici olarak, Eski Saray restore edilene kadar
Topkapı Sarayı'na taşındı.
İçeri girdi fakat bir daha dışarı çıkmadı.
Artık Hürrem, gücün merkezindeydi,
kendi oğlunu Sultan yapmak için destekliyor
ve kendisini ölümcül bir şüphe ve kıskançlığa sürüklüyordu.
İnanılmaz bir şekilde kendisini kocasına adamıştı,
ve Süleyman'a gelecek bir tehdit,
O'na gelmiş olacaktı ve bunu hemen defetmeliydi.
İlk tehdit, İbrahim Paşa'dan geldi,
ki O sadece sultanın alabileceği ünvanlara sahipti.
Hürrem, birşeylerin olacağını biliyordu
İmparatorluğu ve hanedanı korumak için,
İbrahim Paşa gitmeliydi.
15 Mart 1536'da
Süleyman ve İbrahim Paşa, herzamanki gibi akşam yemeğini birlikte yediler.
Sabahleyin, İbrahim'in cesedi boğulmuş olarak bulundu.
Fakat Süleyman'ın yalnızlığı ve kayıpları daha yeni başlamıştı.
İbrahim'in ölümünden bir kaç yıl sonra,
Hürrem, Süleyman'ın ilk ve sevgili oğlu Mustafa'nın, açık bir şekilde,
Safevi yardımı alarak, Süleyman'ı devirmeyi planladığını iddia etti.
Bu durum Osmanlı tarihinde süregelen bir sorundur,
oğullar sonuçta, babalarının yerini almak isterler.
Monarşilerde bunlar olur.
Başarı, bir soruna dönüşebilirdi, ve bu ilerlemiş bir sorundu,
ve Süleyman'ın da bunda payı vardı.
ve belki de her zaman doğru kararı veremezdi.
Süleyman, tereddütsüz bir şelikde Mustafa'nın idamını emretti...
sonra günlerce, genç adamın cesedinin başında oturdu ve başkalarının O'na dokunmasını reddetti.
İmparatorluğun geleceğinin, en büyük umudu ölmüştü...
Bir sonraki yıl, Hürrem de öldüğünde
Süleyman iyice umutsuzluğa düştü, ve teselliyi şiirlerinde aradı.
Şiirlerinin çoğu, sanırım eşini kaybettikten sonra yazılmıştır,
ofisinde yalnız kalmaktan şikayetçi olduğundan beri,
kimsesinin kalmadığını ve eşine kavuşmak istediğini ima etmiştir.
"İmparatorluk tahtındaki hükümranlığın hiç bitmeyecekmiş gibi görünse de,
"buna aldanma.
"Bir gün, bir deli rüzgar eser
ve güzellik ülkene gökyüzünden en derin acıları ve getirir."
Tüm bu yalnızlığında, Sultan için tek bir sığınak kalmıştı,
gücü de, acıları gibi sınırsız görünüyordu.
Fetihe devam etmek için savaş alanına geri döndü.
Tam olarak onüç savaş yönetmiştir.
Sonuncusu Zigetvar'dı, şimdiki Macaristan'dadır.
Bence bunun, son savaşı olacağını biliyordu.
ve savaşı kendisi yönetti,
geriye sağ dönmeyeceğini bile bile.
1561'de, İmparatorluğu herkesten daha uzun yönetmiş olan Sultan
savaş alanında, komutanlarının arasında öldü.
67 yaşındaydı.
Artık hiçbir Osmanlı Sultanı O'nun görkemine ulaşamayacaktı.
Dünyanın gücü, Akdeniz'den
Atlas Okyanusu'na ve Yeni Dünya'ya taşınacaktı,
yavaşça Osmanlıları arkasında bırakarak.
Bugün İstanbul'da, Sufi dervişler hala dönüyor,
Tıpkı Süleyman'ın zamanındaki inançla dans ederek.
Bu hareketli bir meditasyondur,
mistik kökenleri ise, Hz. Muhammed (a.s.) zamanına kadar dayanır.
"Siz, tüm insanlığın gördüğü en hayırlı topluluk oldunuz..."
der Kur'an tüm inananlarına,
"iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek
"ve Allah'a inanmak."
İslam ve batı medeniyetlerinin kökenleri aynıdır.
Bereketli Topraklar'da doğmuşlardır.
Yahudiliğin ve Hristiyanlığın tektanrıcılığı...
Antik Yunan medeniyetinin klasik entellektüel kültürü.
İki geleneğin de ruhları, hem benzerdir,
hem de çok farklı.
İslam mirası, batının ki ile iç içe geçmiştir.
Ve milyarlarca Müslüman, bu dini dünyanın 2. büyük dini yapmıştır,
bu yaşayan bir mirastır.
İnsanoğlunun, cüret ettiği esas şey ise;
dünya medeniyetidir.